2 Ocak 2018 Salı

En Çoğa Sahip Olma Tutkusu

Kapitalizm her türlü "değer"i yok ediyor. "Değerleri", insanların "insanlıklarından" çıkarıyor ve içi boş bir "dik sürüngen" haline getiriyor. Tarık Buğra'nın Gençliğim Eyvah romanındaki "dik sürüngen" tanımlaması "günümüz insanlarının" pek çoğunu çok iyi tanımlıyor. "Değerlerden arınan insan"dan geriye ne kalır ki? "Ah bu cesetlerin göğsünde bir kalp çarpmıyor" derken Cemil Meriç, işte bu yakıcı ızdırabı dile getirmiyor muydu? Sanırım işin en trajik yanı da, değerleri alabildiğine ön plana çıkaranların (hangi ideolojiden olursa olsun) o değerleri alabildiğince araçsallaştırdıkları "post truth" bir çağı yaşıyoruz.
Okuduğum bir başka romanda Tekasür suresinin anlamına rastladım. Çok ilginç geldi. İnsanların neden bu kadar sorumsuz, hakkaniyetsiz, savurgan, vicdansız, ahlaksız, müfteri, bencil ve hoyrat olduğunu da aslında çok iyi açıklayan ilahi bir uyarı bu aslında. 

İşte o meal/yorum:



"Daha çok, daha çok (şeye sahip) olmak hırsına tutuldunuz.

Ta ki, mezarlarınızı ziyaret edinceye (oraya ininceye) kadar.

Yok öyle değil, ilerde bileceksiniz!
Hayır, bir bilseniz, kesin (bir) bilgiyle,
...
Yemin olsun ki, günü gelince apaçık göreceksiniz onu.
......."  
                                             

Günümüz insanı “biriktirme” ve “tüketme” hastalıklarıyla kıvranıyor. 

Marx bu trajik durumu “iş dini” ve “miktar ideolojisi” kavramlarıyla açıklıyor. 
"İş" din haline gelmiş, "biriktirme veya en çok miktara sahip olma" da temel yaşam felsefesi ve kitlelerin ideolojisi veya afyonu olmuş. 
Marx'ın tanımladığı “Biriktirme” ve “tüketme” hastalığının pek şifa bulacağı da olanaklı görünmüyor. Kur’an'da da biriktirme hırsının ancak mezarlıkta bittiği, insanların genellikle hırslarının kurbanı olduğu anlatılıyor. 
Bunda din, dil, ırk, coğrafya fark etmiyor. İnsanlık "bilgi çağı cehaletiyle" zehirlenmiş durumda. Oysa gerçekten ‘bilseydik’, kabukla uğraşmayı bırakıp öze inseydik, varlık amacının, "insan olmanın gereğinin" biriktirme olmadığını görebilirdik. 
Biriktirme yerine ihtiyacımız kadar tüketebilseydik, fazlalıklarımızı ihtiyacı olanlarla paylaşabilseydik, sanırım “bilenler” sınıfına dahil olabilir ve daha huzurlu olabilirdik.
***
Hastalıkların çoğunun nedeni “biriktirme ve tüketme hırsı” değil mi? 
O halde bencillik, kendine tapınma, kendiyle barışık olmama, mazoşist veya sadist davranışlar, depresyon, stres, bunalım gibi sorunların temeli olan bu “yaşam tarzı” üzerinde çok ama çok derin düşünmek gerekiyor. 
Düşünmek derken, hepimiz biliyoruz ki bu yaşam tarzı bizi düşünmekten de alıkoymakta. 
"Hayatımızı yaşamıyoruz, yalnızca izliyoruz" diyen Herbert Marcuse haksız değildi. "Düşünce" de öldü. Artık akıllı telefonlar var, akılları iptal eden.

***
Meta fetişizmi, insanlığı eritiyor. Çok bilinen bir değerlendirmeyle tamamlayalım bu kısa yazıyı: 

Dünyanın nüfusu arttıkça, insan sayısında ciddi azalma gözleniyor. 
İnsan sayısı azaldıkça hem dünyanın doğal yapısı ve yaşam alanları bozuluyor, hem de "masumiyet" diye bir şey kalmıyor. 

Bu kısacık yazıyı Oğuz Atay'ın "Bir Bilim Adamının Romanı-Mustafa İnan"daki o güzel cümleyle bitireyim: 
DÜŞÜNMEK ZORDU, DÜŞÜNMEK BÜYÜK BİR ENERJİ GEREKTİRİYORDU...

23 Kasım 2017 Perşembe

BİR BİLİM ADAMININ ROMANI

"Bir kitap okudum hayatım değişti" diyenlerdenseniz, 
OĞUZ ATAY'ın "BİR BİLİM ADAMININ ROMANI-Mustafa İnan" tam size göre.

Özellikle bilimle, felsefeyle, vicdanla ve Türkiye'nin yoksul tarihiyle ilgilenenler için olmazsa olmazlardan ve okunması gereken bir kitap. Hele de "gerçekten" akademisyen “iseniz” ya da "olmak" istiyorsanız.

Kitaptan bazı alıntılar:

·         "Kendi kendimi programlama çabaları." Her düşünenin ve bir merakla yaşayanın sürekli yaptığı bir iş mi "kendi kendini programlama?"
· İnsanın ölümsüz olması nasıl mümkün olabilir?        Ölümsüz olmanın iki yolu vardır: Evlat, eser
·         …eşsiz hocalığı, dalındaki bilimsel çalışmaları, çok sayıda genç araştırıcı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol kurmuş olmasını dikkate alarak…
·         Çocukları Napolyon ya da Büyük İskender olmaya özendireceklerine neden bir Pascal olmaya özendirmezler?·         
Akademisyenliğin temel ilkesi: Öğrencilikle birlikte öğreticilik
·         Anlattıkları konularla öğrencilerin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar. (Rahmetli ders yapmayanları, bütün işi öğrencilerine kitap satmak olanları ya da ders yapıyorum diye kitap okuyanları akademisyen olarak görseydi ne derdi acaba? Veya bkz.: http://governanceturkiye.blogspot.com.tr/2016/08/entrikaci-tuccar-ve-ahlaksiz.html)
·         (Dünyayı ve yaşamı daha iyi kavrayabilmek için) Newton’ın yaptığı gibi sorunlara uzaktan ve yukarıdan bakabilmek.
·         Bizde sözün çok değeri kalmamıştır. (Bizde ezberler zor değişir de ondan!)
·         DÜŞÜNMEK ZORDU, DÜŞÜNMEK BÜYÜK BİR ENERJİ GEREKTİRİYORDU. (Yapılan kolaycılık, taklitçilik, ezbercilik)
·         Bizde eleştiri, deneme gibi türlerin geleneği olmadığı için herşey sisli bir perde altında kayboluyor.
·         Eski korkuları yüzünden bilim adamları renksiz kokusuz bir kalabalık haline geliyorlar.
·         Yarışa birkaç tur geriden başlayan yalın ayak bir koşucunun telaşını duyarsın. Antrenmansız bacakların yorgunluğunu duyarsın. Sen okula gitmek için kilometrelerce yol teperken, onlar taksilerle okula bırakıldılar.
·         Başkalarına çelme takarak öne geçme bilinci aşılanmadı sana. Arkadaşlarına yardım etmeyi düşündün sadece. “İnsan insanın kurdudur” demedin.
·         ÖĞRENCİ TEK BİR KİŞİ DEĞİLDİR, YÜZLERCE GÖZDÜR, KULAKTIR, BEYİNDİR. Yüreği, vicdanı ve sezgisi olan eğitmenlere ne mutlu!
·         Öğrenmek istemezlerse, bir yerden sonra (kimseye) yardım edilemez.
·         Çünkü sen de benim gibi saf bir taşralısın: Güzele ve iyiye kapalı değilsin.
·         Herkese kendini beğendirmek pek makbul değildir.
·         Şu haysiyet denen kelimeyi ne zaman öğreneceksiniz?
·         Biz ziyan olmuş bir nesle mensubuz.
·         Halbuki beyler, bilim adamı ender yetişen bir kuştur, ona özen gösterilmelidir.
·         Kendi kabiliyetlerini (yetenekli insanlarını) durmadan kaybeden milletlerin diğerleriyle aralarındaki farkı kapatmaları hiçbir zaman beklenemez.·         
Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini, öğrendiklerini yorumlamaya (düşünmeye) alışmamıştı insanlar, “bu nereden geliyor” diye merak etmemişlerdi (Özellikle de akademisyenler). 
Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden DÜŞÜNMEYE alıştırmak gerekiyordu.