16 Ekim 2018 Salı

GORİOT BABA

HONORE DE BALZAC, Goriot Baba


Goriot Baba'nın yasadıkları, herkesi etkileyecek düzeyde ve herkesin yaşayabileceği bireysel ve toplumsal gerçekliklerdir. Paris'te 
yaşanan olaylar, aslında evrensel niteliktedir. Herkes her an benzeri olayları yaşamaktadır. Özveri,  karşılıksız sevgi. Karşılığında vefasızlık, nankörlük, mankurtlaşma. Aslında bilinen ve hep tekrarlanan "insan hikâyesi."
Kitaptan birkaç alıntı:
“Şiirsiz bir yoksulluk egemendir burada; çirkef değil, lekelerle, paçavralarla değil saçak saçak çürüklerle oluşmuş lif lif bir yoksulluk.”
“Dünya rezil ve kötü” dedi. “Başınıza bir dert gelmeye görsün, her zaman elindeki hançeri yüreğinize saplayıp büken, üstelik sizi hançerin sapına hayran bırakmaya çabalayan bir dostunuz bulunur.  İğnelemeler, imalar gırla gider.”
“Dünya kitabını çok iyi okumuştum fakat yine de bilmediğim sayfalar kalmıştı. Şimdi hepsini biliyorum. Acımadan vurun! Sizden korkarlar o zaman.”

“Hayırsız evlatlarım! Ah zengin olsaydım, servetimi çoğaltsaydım, hepsini onlara harcamamış olsaydım şimdi ölürken yanımda olurlardı, yanaklarımı okşarlardı. Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşaklarım olurdu. Dünyanın hiç tadı yok! Ben bunu gördüm. Halbuki “gözlerini çıkar bize ver" deselerdi yine verirdim. Onlar param olduğu zaman çevremde dört dönüyorlardı, evlerinin kapısını ardına kadar açıyorlardı. Sonra benimle görüşmeyi bile kestiler, çünkü param bitti. Babaları olduğumu gizlediler, bütün dertleri şan ve şöhret alemlerinde görünür olmaktı. Onlara yaşamımı verdim. Şimdi ölürken bana bugün bir saatlerini bile ayıramıyorlar. Fakat bu günahın büyüklüğünü bilmiyorlar. Göklerde bir Tanrı var, biz istemesek bile öcümüzü alır o. Bir ben suçluyum. Fakat sevgi ve özveriden dolayı suçluyum.”

Çarpık yaşamların çarptığı iyi yürekli bir insanın/babanın öyküsü. Bir zamanların Paris'inde bunlar yaşanırken, şimdi her yerde aynı hikayeler, aynı dramlar her gün uzak yakın çevremizde kendini gösteriyor. Çünkü, insanın öyküsü bütün coğrafyalarda aynı. Biraz fazla, biraz eksik.

5 Ekim 2018 Cuma

Gençliğim Eyvah (Tarık Buğra)

Tarık Buğra'nın bu isimde bir romanı çok da bilinmiyor. En azından ben öyle sanıyorum. Okuyunca çok ilginç buldum. Sürükleyici ve heyecan verici bir kurgu.
Romanda "İhtiyar ve Delikanlı" karşılaştırması var. Kötülükle iyiliğin kavgası.
Alışılmadık ve ilginç ifadeler ve kavramsallaştırmalar kullanılmış kitapta. 1979'da basılan bir
roman için hayli şaşırtıcı... 1979 yılı için hayli iddialı denebilecek konular işlenmiş.

***
Kitaptan bazı ifadeler:

* "Sersemlikleri Koruma, Geliştirme ve Yayma Vakfı" (İhtiyar toplumu sersemlerden oluşan bir yığın olarak görüyor.)
* "Gururun en tiksindiği şeydir pişmanlık."
* Bu bir "dahiyane namussuzluk"tu delikanlıya göre.
* İhtiyar, "Karanlık çağlardan kalma bir büyücü" mü?
* "Deha -mutlak sıfır gibi- mutlak bencilliktir."
* İnsanlar genellikle "dik sürüngenler"dir.
* "En mendebur yaratıkta bile bir yaşama hırsı vardır."
* "Solucanlar gibi dik sürüngenler de hayatta kalmak için çaba gösterirler."

***
Bir yanda ihtiyar, diğer yanda Raşit ve Güliz...
Bir tarafta mendeburluk, diğer tarafta birbirine bağlanan kalpler...
Umulmadık bir son. Toplumsal alt üst oluşlar, kaos.
İhtiyarın planlarının kusursuzluğu. Ama her planın mutlaka bir kusuru olur öyle değil mi?
Hüzünlü bir son.
İnsanları eşyalaştıran, hiçleştiren bir otomatın romanı: Gençliğim Eyvah!

28 Mayıs 2018 Pazartesi

DRİNA KÖPRÜSÜ

Drina bir nehir... Sava nehrinin en büyük kolu... Ivo Andriç,
 bu nehir üzerine yapılan bir köprü ve o köprünün kaderini belirlediği insanları ve toplumları romanlaştırmış...

Ivo Andriç'in Nobel ödüllü romanı, 1516'da İstanbul'a getirilen ve daha sonra Kanuni'nin Veziri Azamı olacak olan Sokullu Mehmet Paşa'nın hikâyesiyle başlıyor. Sokullu daha on yaşında çocukken o nehirden geçerken oraya bir köprü yaptırma hayali kuruyor ve daha sonra da yaptırıyor. Bu köprünün yapılış öyküsü, birçok milletin kaderini anlatıyor aslında. 
Türkler, Sırplar, Boşnaklar, Avusturyalılar... Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler... Osmanlı yönetiminden Avusturya yönetimine geçen bir beldenin insanlığa miras bıraktığı dönüşüm öyküsü... Yönetim, kültür, sosyoloji, savaş, barış...
İyi yöneticiler (Arif Bey), kötü yöneticiler (Abdi Ağa) ne kadar muazzam anlatılıyor. Çocukların, genç kızların ve delikanlıların başlamadan biten yaşamları; hiddetle akan bir nehrin iki yakasında verilen yaşam mücadeleleri ve dramların arkasından sürüklenen yaşamlar... Düğün günü kendini nehre bırakan Fatma; nehrin kenarına ilk oteli yapan Lotika...
"Coğrafya kaderdir" demiş İbni Haldun. Bir köprü bir
coğrafyanın yaşamını değiştiriyor... Bir kent yeşeriyor, ticaret gelişiyor, toplumsal etkileşim hızlanıyor... 
Köprü yaşlandıkça Osmanlı da yaşlanıyor... Köprü birçok saldırıya rağmen yıkılmıyor, ayakta kalıyor... Ama Osmanlı yaşlılığın arazlarına daha fazla dayanamıyor... Osmanlı'nın Vişegrad'ı (Drina Köprüsü'nü) terketmesi, buralara yeni bir "uygarlığı" getiriyor... Teknoloji, planlama, imar bu beldeyi ve çevreyi beklenmeyen bir biçimde değiştiriyor. Ama tarih Osmanlı dönemindeki birçok milletin bir arada huzurlu bir biçimde yaşadığı dönemleri özletir hale geliyor.
Ivo Andriç, Osmanlı'nın zalim yöneticilerini de, adil yöneticilerini de çok etkileyici biçimde anlatıyor. İyi insanları ve kötü insanları büyüleyici bir biçimde betimliyor. 
Drina Köprüsü'nü okuduktan sonra, o sarp dağları ve öfkeli nehirleri ve elbette etrafında kalan hatıraları görme isteği uyanıyor...