Erich Fromm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erich Fromm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Etik İnsanın Yenilgisi

 

Neye sahip olmak istiyoruz?

Nedir içinden (sadece) geçip gittiğimiz ve kalıcı olamayacağımız bu dünyadaki amacımız?

Mevlana diyor ki, “Her kuşun yiyeceği kendi büyüklüğüncedir.” 

O halde sahip olmak istediğimiz "fazlalıklar" büyüklüğümüzü aşarken, bu aşırılıklar nereye götürecek hepimizi?...

Uruguay’ın Jose Mujica’sının dediği gibi, “Hep bir şeyler satın almak için zamanımızı harcıyoruz. Oysa hayatı satın alamayız. Hayatımızı harcıyoruz. Özgürlüğü, aklı, düşünceyi, kültürü… kısacası ruhumuza huzur veren değerleri önemsemiyoruz…” 

Kimimiz de, "değerlerden bile" habersiziz...

Biriktirmek ve tüketmek için zamanını, sağlığını ve enerjini harca! 

Ama hiç yaşamadan geç git bu dünyadan.

Yaşam bu olmamalı! Bu engebeli yaşam yolculuğunu anlamak ve anlamlandırmak için ne yapıyoruz?

Hiç!

Bir yolculuktayız:

“Rüzgâr,
yıldızlar ve su.

Bir Afrika rüyasının uykusu

düşmüş dalgalara.

Işıltılı, kara

bir yelken gibi ince

direğinde geminin. 

Geçmekteyiz içinden

bir sayısız

bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin” diyor Nazım Hikmet

 

Nedir peşinde olduğumuz? Bilginin, bilimin zirvede olduğu bir çağda insanı mutlu edecek olan nedir? Teknolojik zehirlenme (bilgi zehirlenmesi de denebilir) insanları düşünemez hale getirmişken, düşünceye nasıl kapı aralayacağız ve bahtsız kalabalıklar içinde kendimizi nasıl bulacağız? 

Esas olan nedir? İkincil önemdekiler nelerdir şu yaşamda?  

“Aşk imiş her ne var ise âlemde (evrende), ilim bir kiyl-ü kâl (kuru bir dedikodu) imiş ancak” demiş Fuzuli. Sevginin ulaşamadığı beton yüreklere aşk, merhamet, yardımlaşma, vicdan, empati nasıl anlatılabilir? İnsanlık her devirde karanlığı ve aydınlığı birlikte yaşadı. Bazı devirler diğerlerinden daha aydınlık, bazıları ise daha karanlıktı… 

Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”ndeki gibi “en iyi zamanlardı ve en kötü zamanlardı” yaşadığımız anlar…

Günümüz insanı “bilgi bombardımanı altında” ve bu sayede en büyük karanlığı yaşıyor. Muazzam çelişki! Günümüzün karanlığı önceki çağlardan daha acımasız. Çünkü, her şeyi bilerek (!) hiçbir şeyi anlayamadan ışık hızında terk ediyoruz, ağlayarak başladığımız yaşamlarımızı. 

Bu acımasız tüketim çağında, insan Mankurtlaşarak tükeniyor, tüketiyor… Cengiz Aytmatov’un Mankurtları dünya nüfusu içinde çok büyük bir orana ulaşmış durumda. Yaşamlarımız büyük tehdit altında. Toplum makinesinin dişlileri arasında kalmış, çırpınıyor herkes.  İçsel yolculuklar yapmak çok zor artık. Herbert Marcuse “Günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca kendi yaşamını izliyor” diyeli neredeyse yüz yıl olmuş. Evrendeki koordinatlarımızı ve zihinsel yolculuğumuzu, durup düşünemiyoruz bile. Yüzyılın bahtsızları milyarlarca… 

Teknoloji mutluluk getirmiyor, göreceli olarak yaşamı hızlandırıyor ve  kolaylaştırıyor yalnızca. “Görünme ve gösterme virüsü” bütün zihinleri ele geçirmiş.

 Cemil Meriç’in dediği gibi yaşam alanlarında rastlanamayan “iyi insanlara” kitaplarda rastlanıyor. Çünkü, yine Meriç’in deyimiyle homo faber (teknolojiye hükmeden/teknik insan), homo moralisi (etik insanı) yenilgiye uğrattı. Homo moralisin nasıl yanında olacağız? Böyle bir olanak var mı, bu korkunç savrulmalar içinde? Farklı boyutlarda yaşanan iç sıkıntıları ve karanlıkların içinde kitapların aydınlığına sığınmak, insanın hüzünlendirici öykülerinin yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve tarihin bütün zamanlarında aynı olduğunu gösteriyor. Türk, Rus, Fransız, Alman, Amerikan, Hint, İngiliz edebiyatından okumalar yaptığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz.  Mevlana, Yunus, Ahmet Yesevi gibi gönül zenginleştirenler bir yanda, Sokrates, Platon, Aristo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, A. Schopenhauer,  Nietszche, Goethe, E. Fromm, C. Meriç gibi zihin zenginleştirenler bir yanda… 


Dili, dini, rengi, sınıfı farklı olsa da hepsinin anlattığı yalnızca “insan” ve onun dramatik yolculuğu… Coğrafya, ırk, dil, din, kültür değişse de, yazgı değişmiyor. Kabil ile Habil, insanlığın başlangıcına kan bulaştırmanın öyküsü. Kardeşin kardeşe düşmanlığı, değişmez bir yazgı gibi. Bu öykü, ne yazık ki yer yüzünün her köşesinde her an tazelenmekte. Güç tutkusu, kıskançlık, aşksızlık, sevgisizlik…

Karanlıkları aydınlatan gönül mimarları insanlık tarihinde hep olmuştur. Bunların içinde Mevlana’nın güneşi bir başka. Yüzyıllar sonra, yeryüzünün birçok coğrafyasında kalplere ışık olduğu gibi, Erich Fromm gibi düşünürlere de esin kaynağı olan bir güneş Mevlana. Dünya zindanını, beden zindanını, insanlığın içinde debelendiği zindanları öyle güzel betimliyor ki Mevlana, farkında olmadan bir iç yolculuğuna çıkıyor, varlık evreni içinde kendinize yöneliyorsunuz. Mevlana’nın Mesnevisi insanın, ruhun, canın ve dahi canların hikayelerinden oluşuyor. Et ve kemiğin değil, özün; et ve kemikten sıyrılabilenin; et ve kemikten sıyrıldıktan sonra da, “var olacak olan”ın, yani ruhun, yani “canların” hikâyesi. 

Özgürlüğe kavuşan “canlar.” Dünyadan, bedenden, altın ve gümüşten, kibir ve gururdan geçerek özgürlüğü yaşayabilenlerin hikâyesi. İnsanlığın büyük yıldızlarının yaşamlarından mesajlar. 

Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor. 

“Doğruya ve iyiye adres sormamak gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar üretmeye çabalamak…

Sevgisizlik, zulme dönüşüyor yeryüzünün bütün köşelerinde. Kendini sevmeyenler, kimseyi sevemiyor. “Sevgiyi” keşfetmek herkesin harcı değil. Kendini, ötekini, bütün varlıkları sevebilse insan, yeryüzü daha yaşanılabilir bir yer olabilir. Kendisiyle, ötekiyle, cananıyla, bütün canlılarla ve kısacası “insanla ve her varlıkla” barış içinde yaşayabilenler, umutsuz insanlığın umudu olacaklardır. 

“Ben iken biz olanlar”, “ham iken pişenler”, “cahil iken bilenler”, “görmez iken görebilenler”, “aşksızlığın en büyük dert olduğunu bilenler -ki Mevlana, aşksızlara yazıklar olsun diyor”, “ten kafesinden (bayağı isteklerden) çıkabilenler” arınma yolunda olacaklardır.…

 İlahi aşk, insani aşk… İnsani aşk, ilahi aşk… Kapı aynı, kaynak aynı… Hepsi insanın yürek ülkesinde…

Akıllı teknolojilerin köleleri, tutsakları, robotlaştırdıkları insanlar, hemcinslerimiz, biz… Nurettin Topçu, 1960’lı yılların insanlarını tanımlarken “makinenin zavallı köleleri” diyordu. Şimdi ise insanlar Gülten Akın’ın dediği gibi “durup ince şeyleri anlamayanlara” dönüşüyorlar, dönüşüyoruz. Onlara/kendimize nasıl ulaşabiliriz ki? 

Herkese ve herşeye yabancılaştığımız gibi, kendimize de yabancılaşıyoruz. Artık, “düşünemeyen insanlar”ın giderek arttığı, kitap okumanın istisnadan sayıldığı, bambaşka dertlerin insanı kuşattığı bir çağda sevgiden, aşktan, “insan”dan söz etmek öylesine güç ki, “dünya nüfusunun hızla arttığı, insan sayısının ise giderek azaldığı” bir insanlık evresini yaşarken Mevlana’yla, gönül ve düşünce adamlarıyla nefes alabilenlerin sayısının artmasını diliyorum. E. Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü bütün olanların, öykülerin, dramların tercümanı bir anlamda.

Ve insanlığın karanlık yanı kötülüğü alkışlarken, gönlü kömürleşmemişleri arıyor insanlığın aydınlık yanı. 

Umut güneşiniz hiç kaybolmasın gönül ülkenizden...

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Yaşama İşi

Meşru olanı istemek, meşrudur; meşru olanı her yolu kullanarak ve kendini hırpalayarak istemek olan "hırs" ise gayri meşrudur, erdemler kitabına göre. Her insan, yaşam boyu farklı şeyleri isteyebilir; elde edebilir veya edemeyebilir. Önemli olan "isteklerin" meşru ve kabul görmüş yollardan elde edilmeye çalışılmasıdır. Hırs, ise kötüdür. Çünkü, hırs hastalığına yakalanan doymak bilmez bir "muhteris"tir. Hırs ve muhteris kardeştir!

Gorki, "İnsan ne kadar az isterse o kadar mutlu olur! İstekleri arttıkça özgürlüğünü yitirir" derken , sanırım isteklerin "bağımlılık prangalarına", yani hırs kelepçelerine dönüştüğünü vurgulamak istiyordu.
Mevlana, "Varsayalım ki bütün dünya altın oldu ve hepsi senin oldu. Bu kar ile güneş hikayesi gibidir. Her yer karla dolsa, bir güneş çıkar ve eritir onu. Her yer altınla dolu olsa ve senin olsa, nihayetinde ölüm eritir onu, hiçleştirir" der. 
O halde ölümle bitecek bir yaşamın kıyısında dolanıyorken, insanların "ölümcül hırsla" dünyaya sarılmaları ve her türlü kötülüğü yapabilmeleri nasıl açıklanabilir?
Sanıyorum, ölümün hiçbir zaman kendilerine uğramayacağına iman ettiklerindendir. Yaşam deneyimlerim, ölüme ve sonrasına inananların büyük bir çoğunluğunun da, aslında inanmadığını söylüyor. Ölümü  ve sonrasını bilen, hiç kötülüğün peşinde olur mu? İnanmak ayrı, inanıyormuş gibi yapmak ayrı...




***





Ölüm mutlak. Kimse kaçamıyor. Kimseyi affetmiyor. Ölmek için doğuyor insan.

Filozoflar görevlerinin "insanlara ölümü kabullendirmek ve ölümden korkmamayı öğretmek" olduğunu söylüyorlar. 
Dinler, ölüme kabul edilebilir açıklamalar getiriyorlar. Genellikle ilahi dinlerde de, diğer dinlerde de "yeniden diriliş" için ölüm kaçınılmaz son. 


Ölümü içselleştirmek, kabullenmek yaşayanlar için çok zor. Bundan dolayı hem filozoflar hem de dinler, ölümü açıklama ve insanların kabullenebilmesini sağlama peşinde olmuşlardır.
Nietzsche, "ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır" derken, ölüm korkusuna kendince bir açıklama getiriyordu?
"Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok. O halde üzülecek ne var?" demiş Lucretius. 
Ölüm sonrasına inansan da, inanmasan da ölüm mutlak ve karşılaşacaksın. 
Ancak, bunca varlık niye? Sevgi, umut, insani etkileşimler niye? Bunca kötülük niye? Bunca iyi insan nereye?
Hepsinin ya sonsuz bir ödülü ya da cezası olması gerekmiyor mu?



İyilikler ve kötülükler karşılıksız kalacaksa, hangi yasanın ya da ahlak kuralının ne anlamı olabilir ki?


***
Ölüm sonrası...
Diriliş?
Mevlana, ölüme büyük bir mutlulukla "Şeb-i Arus" demişti. Sevgiliye kavuşma anı.
Sokrates de, ölüme güle oynaya gitmişti. "Hem Tanrı'yı göreceğim, hem de dostlarımla (Homeros) buluşacağım" demişti. 


***
O halde yaşarken ne yapacağız? İşimiz ne?
Nazım Hikmet'in "Yaşamak umutlu bir iştir" tanımlaması çok hoş. Yaşamak bir "iş." Sonunda kâr veya zarar var.
Peki, bu "yaşama işini" nasıl yapacağız ve işimizi nasıl geliştireceğiz?
Yaşamanın amacı nedir?
Gorki, "Yaşam üstüne düşünmek, onu yaşamaktan daha zor" diyor. Bu yüzden sanırım Ali Fuat Başgil, "Düşünen bir insan, maden kuyularında kazma sallayan işçiden daha çok çalışıyordur" demiş.
Düşünenler, yaşam işinin amacının kutsal olduğunu ve "Kutsal olan(ın), kişinin kendi hakikati için çıktığı arayış" olduğunu söylüyorlar. Çok sarsıcı düşünceler geliştirmiş olan Nietzsche bu fikirde en azından. 
Büyük tasavvuf adamı ve halk ozanı Yunus Emre, "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir" derken, Nietzsche'nin tanımladığı yaşam amacını yüzyıllar öncesinden haykırmıştı. 
Düşünenler ve arayanlar genellikle aynı sonuçta buluşuyorlar (mı?)



***

Peki insanlar ne yapıyorlar ve ne arıyorlar yaşam yolculuğunda?
"İnsanlar unutma ve avunma ararlar, bilgi değil..." diyor Gorki.
Ne kadar haklı.
Carpe Diem! 
Anı yaşa!
Peki;
Yaşamı anlamlandırma?
Hayır, kalsın!
Anı yaşa!



Anlaşılmayanı anlamaya çalışmak yerine, anı yaşa!

Sonra?
Unut!



***

Hayır, değil!
Bu, değil!..
Anlamak ve anlamlandırmak işidir, insanın biricik işi.
"Öldükten sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor" diyordu Alev Alatlı romanının birinde. 
O da, yaşamın amacını "yaşamın koordinatlarını öğrenmek" ve elbette "tamamlanmak" olarak belirliyordu.
Nasıl tamamlanacağını da insan bilemiyor işte!
Çünkü, toplum denen makine düşünmeye fırsat bulamayan otomatlara dönüştürüyor insanları...
Erich Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" kitabı tamamen bunu anlatıyor.
Ve Nurettin Topçu'nun "Var Olmak" isimli kitabı da...


24 Mayıs 2019 Cuma

Özgürlükten Kaçış

Erich Fromm'un Özgürlükten Kaçış kitabı, insan doğası ve sosyal sistem ilişkileri üzerine oldukça zihin açıcı.
"İnsan ne istiyor?", "Neyi arıyoruz?", "Sosyalleşmeye veya bir başkasına neden gereksinim duyarız?" "İnsan doğasının özü nedir?"

***
Üzerinde düşünülmesi gereken çok soru var. Bu soruların içinde "özgürlük ve insan ilişkisi" nasıl bir konumda? Bunu da sanıyorum büyük yığınlar hiçbir zaman düşünmezler. Özgürlük, "insan olmanın" gereği midir? Yoksa, "topluma, ötekine ve bir takım ilişkilere feda edilmesi gereken" bir vazgeçiş midir? Nedir özgürlük? 

***
Fromm'un anlatımlarına bazı yorumlar katarak insan doğası ve özgürlükle ilgili küçük değiniler sunmak istiyorum:

- "Demek ki, insanın doğal ve elinden alınamayan haklarının dışında her şey değişebilir." Thomas Jefferson 
(O halde insanlığın tarih öncesi ve sonrasıyla genel olarak üzerinde uzlaştığı fakat ortak bir uygulama geliştiremediği   biricik alan insan hakları alanıdır. İnsanın doğuştan ve sırf insan olduğu için sahip olduğu haklar.)

- İnsan, yalnız kalmaktan dehşet duyar. (Doğası/yaradılışı gereği). Ve bütün yalnızlık türleri içinde en korkuncu manevi yalnızlıktır. "İnsan hangi halde olursa olsun, ilk düşüncesi kendisiyle aynı kadere sahip olan bir arkadaş edinmektir." Honore de Balzac

- Çocuğun gelişiminde yalnızlık etkeni çok belirleyicidir. "Yalnız bırakılma olasılığı çocuğun bütün varlığını tehdit eden en ciddi tehlikedir." 
- "Kapitalizm, insanı loncanın baskıcı ve denetleyici ortamından kurtarıp ona kendi gücüne güvenip, şansını deneme olanağı vermiştir.  Bireysel çabaları kişileri başarıya ve ekonomik bağımsızlığa götürmüştür. Kişi, ekonomik ve politik bağların köleliğinden kurtulmuştur. Ancak, bu kez zayıf kalmış, yalnızlaşmış ve soyutlanmıştır. Endişeli bir varlığa dönüşmüştür."
- "İnsan yalnızlığını yenmedikçe yaşamını anlamlandıramaz." 
- "Kin ve nefret şiddetli bir tahrip etme ve yıkma arzusudur; sevgi ise şiddetli bir heyecanla benimseme ve kabul etmedir. Sevgi insan varlığını anlamlandıran tek ve en önemli duygudur..."
- "Bencilliğin kökleri insanın kendisinden hoşlanmamasıdır. Kendisinden hoşlanmayan, kendi değerini kabul etmeyen insan, kendi benliği hakkında sürekli endişe duyar. Yalnızca kendisiyle ilgilenmek, her şeyi kendisi için istemek oburluğunu göstermek zorundadır. Çünkü, güvenlik ve tatmin duygusundan yoksundur."

- "Ekonomik bunalımlar, işsizlik, savaş insanın kaderini belirlemektedir. İnsan kendi dünyasını kurmuştur; fabrikalar ve evler yapmış, arabalar ve elbiseler üretmiş, tohumlarını ve meyvelerini yetiştirmiştir. Fakat kendi eliyle kurduğu bu dünyanın efendisi olmaktan çıkmış, kölesi olmuştur. Yapmış olduğu işe 'tapınma' durumu ortaya çıkmıştır. (İş dini, miktar ideolojisi, yabancılaşma, öğrenilmiş çaresizlik, afazi vs. gibi kavramlar eşliğinde durumun trajedisi resmedilebilir.)
- "Prestij ve güç benliği besleyen faktörler olmuştur. Feurbach, Marx, Stirner, Nietzche gibi düşünürler kişinin kendi gelişmesi ve mutluluğu dışında herhangi bir amacı olmaması gerektiğini savunmuşlardır." Birey mi, toplum mu? Ben mi, biz mi? Hep tartışılır ve tartışılacaktır.

Özgürlükten kaçış mekanizmaları: Mazoşist  ve sadist eğilimler. Baskı ve itaat...
- "Mazoşist önemsizlik, güçsüzlük ve aşağılık duygularıyla kuşatılmıştır. Sürekli kendilerini suçlar ve eleştirirler. İnsanın kendine eziyet etmekten zevk alması mazoşistik bir sapkınlıktır." 
- "Sadist, başkalarını kendine tabi kılmak ister. Böylece başkalarını birer araç haline getirerek "çömlekçinin elleriyle istenilen şekle giren çamura dönüştürmek" amacındadır." 
- "Son yıllarda vicdan öneminden çok şey kaybetmiştir. Otoriter düşüncede eşitlik kavramı yoktur. Tahripkârlık, yaşanmamış hayatların ürünüdür." 
- Kendi isteklerine göre hareket eden bireyler olduğumuz yanılgısı içinde yaşayan otomatlar haline gelmişiz. Birey kendisinden neyi düşünmesi, hissetmesi ve istemesi bekleniyorsa onu düşünmekte, hissetmekte ve istemektedir."
- "Psikolojik bakımdan otomat haline gelenler biyolojik olarak canlı olmakla birlikte heyecan ve düşünce bakımından ölmüş sayılırlar. Onların yaşamı ellerinin arasından kum gibi kayıp gitmektedir. Görünüşteki hoşnutluğa ve iyimserliğe rağmen, modern insan adam akıllı mutsuzdur; gerçekte umutsuzluğun kıyısında yaşamaktadır. "Farklı" olmaya çalışarak teselli bulmaktadır. Ne istediğini, ne düşündüğünü ve ne hissettiğini bilmemektedir."

- "En önemli sorun, içtenlik (samimiyet). İçten gelen davranış, benliğin hür davranışıdır." Malcolm X'in " Ben eğitimli değilim, herhangi bir alanda da uzman değilim. Ama samimiyim ve samimiyetim benim referansımdır" sözü de sanırım çok şey anlatıyor. Yeryüzü riyakârlığın kıskacında artık ve "çok yüzlü insanlar" istila etti her türlü varoluşsal ortamı ve ilişkiyi.

- "İçinden geldiği gibi davranamamak, gerçekten düşündüğü ve hissettiği şeyleri ifade edememek ve bunun sonucu olarak başkalarına ve kendine 'sahte bir benlik' sunmak, aşağılık duygusu ve güçsüzlüğün yansımasıdır. Kendi kendimiz olamamaktan daha utanç verici bir şey yoktur; kendimize ait olanları düşünmek, hissetmek ve söylemekten daha büyük bir gurur ve mutluluk verecek hiçbir şey de
yoktur."

"Demokrasi, bireyin tam gelişimi için gereken ekonomik, politik ve kültürel koşulları oluşturan bir sistemdir. Demokrasi dışı sistemler, bireyciliği engeller..." 




12 Ocak 2018 Cuma

SEVME SANATI

"Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevemez. Hiçbir şey yapmayan,
hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan insan değersizdir. Oysa anlayan hem sever, hem her şeye karşı duyarlı olur, hem de görür. Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa o kadar çok sevgi vardır. Bütün meyvelerin aynı anda olgunlaştığını sanan kişi, üzümleri hiç tanımıyor demektir." Paracelcus
***
Sevmek bir sanat mıdır? Sanatsa, sanat bilgi ve çaba gerektirir. Sevme sorunu, genellikle "sevilme sorunu" olarak görülür. 
***
Gelecekteki tek kesin şey ölümdür.
İnsan, "aklıyla" kendisinin, öteki insanların, geçmişinin, gelecekte olabileceklerin farkındadır. Kendisini ayrı görmesi, payına düşen yaşam süresinin KISALIĞINI bilmesi, İSTEMEDEN doğduğunu, istemese de öleceğini, sevdiklerinden önce öleceğini ya da sevdiklerinin onu bırakıp gideceğini düşünmesi, yalnızlığının, ayrılığının, doğanın ve toplumun karşısında çaresizliğinin BİLİNCİNDE olması; bütün bunlar onun varlığını dayanılmaz bir işkenceye çevirir. Bu işkenceden kurtuluşun yolu, insanın kendisini öteki insanlarla ve dış dünyayla tamamlamadır.
***
Sevgisizlik, insanda huzursuzluk yaratır. (İnsanın kendisiyle barışık olması, kendini sevmesi çevresiyle barışık olmasının ve "ötekilerle" birlikte yaşamanın ön koşuludur.)
İnsanlar, birbirlerini araç olarak gördüğü sürece ne sevgi ne huzur olabilir.
İnsanlar birbirlerini "amaç" olarak görürse sevgi olabilir.
Demokrasiler topluma katılma yollarının çok seçenekli olduğu rejimlerdir. İnsanları yalnızlıktan çıkaran, birbirleriyle iletişim kurma, dolayısıyla "anlaşılma" olanakları üreten rejimlerdir. Sevgisizlik ve kapalılığın risklerini azaltan rejimdir demokrasi.
***
Sevgi olmasa, insanlık birgün bile yaşayamazdı. 
Mazoşist, başkasına sığınarak var olma yolunu seçer.
Sadist, kendisine taparcasına bağlı olanlarla var olur. Sadist kullanır, aşağılar, incitir. Mazoşist de, sadist de yalnızca koşulsuz bağlılıkla var olur, sevgiyle değil.
***
Sevgide iki varlık bir olur, farklılıklarını koruyarak ve iki ayrı varlık olarak kalarak. 
Saygı ve sevgi ancak özgür ilişkilerle olanaklıdır. Bağımlılığın olduğu yerde saygı olmaz.
Mevlana'nın "yer ve gök" metaforu etrafındaki açıklamalar, insanın "tamamlanması" üzerine çok değerli bir örnektir.
***
Bencil insan başkalarını sevemez, kendini de sevmez.
Sevebilmek için olgun (olmuş) bir kişilik gerekir.
Çağdaş insan öteki insanlara ve doğaya yabancılaşmıştır.
Çağdaş insan otomata dönüşmüştür, otomatlar sevemez.
Narsistlerden oluşan toplumda sevgi de olmaz, huzur da.