Nurettin Topçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nurettin Topçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Etik İnsanın Yenilgisi

 

Neye sahip olmak istiyoruz?

Nedir içinden (sadece) geçip gittiğimiz ve kalıcı olamayacağımız bu dünyadaki amacımız?

Mevlana diyor ki, “Her kuşun yiyeceği kendi büyüklüğüncedir.” 

O halde sahip olmak istediğimiz "fazlalıklar" büyüklüğümüzü aşarken, bu aşırılıklar nereye götürecek hepimizi?...

Uruguay’ın Jose Mujica’sının dediği gibi, “Hep bir şeyler satın almak için zamanımızı harcıyoruz. Oysa hayatı satın alamayız. Hayatımızı harcıyoruz. Özgürlüğü, aklı, düşünceyi, kültürü… kısacası ruhumuza huzur veren değerleri önemsemiyoruz…” 

Kimimiz de, "değerlerden bile" habersiziz...

Biriktirmek ve tüketmek için zamanını, sağlığını ve enerjini harca! 

Ama hiç yaşamadan geç git bu dünyadan.

Yaşam bu olmamalı! Bu engebeli yaşam yolculuğunu anlamak ve anlamlandırmak için ne yapıyoruz?

Hiç!

Bir yolculuktayız:

“Rüzgâr,
yıldızlar ve su.

Bir Afrika rüyasının uykusu

düşmüş dalgalara.

Işıltılı, kara

bir yelken gibi ince

direğinde geminin. 

Geçmekteyiz içinden

bir sayısız

bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin” diyor Nazım Hikmet

 

Nedir peşinde olduğumuz? Bilginin, bilimin zirvede olduğu bir çağda insanı mutlu edecek olan nedir? Teknolojik zehirlenme (bilgi zehirlenmesi de denebilir) insanları düşünemez hale getirmişken, düşünceye nasıl kapı aralayacağız ve bahtsız kalabalıklar içinde kendimizi nasıl bulacağız? 

Esas olan nedir? İkincil önemdekiler nelerdir şu yaşamda?  

“Aşk imiş her ne var ise âlemde (evrende), ilim bir kiyl-ü kâl (kuru bir dedikodu) imiş ancak” demiş Fuzuli. Sevginin ulaşamadığı beton yüreklere aşk, merhamet, yardımlaşma, vicdan, empati nasıl anlatılabilir? İnsanlık her devirde karanlığı ve aydınlığı birlikte yaşadı. Bazı devirler diğerlerinden daha aydınlık, bazıları ise daha karanlıktı… 

Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”ndeki gibi “en iyi zamanlardı ve en kötü zamanlardı” yaşadığımız anlar…

Günümüz insanı “bilgi bombardımanı altında” ve bu sayede en büyük karanlığı yaşıyor. Muazzam çelişki! Günümüzün karanlığı önceki çağlardan daha acımasız. Çünkü, her şeyi bilerek (!) hiçbir şeyi anlayamadan ışık hızında terk ediyoruz, ağlayarak başladığımız yaşamlarımızı. 

Bu acımasız tüketim çağında, insan Mankurtlaşarak tükeniyor, tüketiyor… Cengiz Aytmatov’un Mankurtları dünya nüfusu içinde çok büyük bir orana ulaşmış durumda. Yaşamlarımız büyük tehdit altında. Toplum makinesinin dişlileri arasında kalmış, çırpınıyor herkes.  İçsel yolculuklar yapmak çok zor artık. Herbert Marcuse “Günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca kendi yaşamını izliyor” diyeli neredeyse yüz yıl olmuş. Evrendeki koordinatlarımızı ve zihinsel yolculuğumuzu, durup düşünemiyoruz bile. Yüzyılın bahtsızları milyarlarca… 

Teknoloji mutluluk getirmiyor, göreceli olarak yaşamı hızlandırıyor ve  kolaylaştırıyor yalnızca. “Görünme ve gösterme virüsü” bütün zihinleri ele geçirmiş.

 Cemil Meriç’in dediği gibi yaşam alanlarında rastlanamayan “iyi insanlara” kitaplarda rastlanıyor. Çünkü, yine Meriç’in deyimiyle homo faber (teknolojiye hükmeden/teknik insan), homo moralisi (etik insanı) yenilgiye uğrattı. Homo moralisin nasıl yanında olacağız? Böyle bir olanak var mı, bu korkunç savrulmalar içinde? Farklı boyutlarda yaşanan iç sıkıntıları ve karanlıkların içinde kitapların aydınlığına sığınmak, insanın hüzünlendirici öykülerinin yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve tarihin bütün zamanlarında aynı olduğunu gösteriyor. Türk, Rus, Fransız, Alman, Amerikan, Hint, İngiliz edebiyatından okumalar yaptığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz.  Mevlana, Yunus, Ahmet Yesevi gibi gönül zenginleştirenler bir yanda, Sokrates, Platon, Aristo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, A. Schopenhauer,  Nietszche, Goethe, E. Fromm, C. Meriç gibi zihin zenginleştirenler bir yanda… 


Dili, dini, rengi, sınıfı farklı olsa da hepsinin anlattığı yalnızca “insan” ve onun dramatik yolculuğu… Coğrafya, ırk, dil, din, kültür değişse de, yazgı değişmiyor. Kabil ile Habil, insanlığın başlangıcına kan bulaştırmanın öyküsü. Kardeşin kardeşe düşmanlığı, değişmez bir yazgı gibi. Bu öykü, ne yazık ki yer yüzünün her köşesinde her an tazelenmekte. Güç tutkusu, kıskançlık, aşksızlık, sevgisizlik…

Karanlıkları aydınlatan gönül mimarları insanlık tarihinde hep olmuştur. Bunların içinde Mevlana’nın güneşi bir başka. Yüzyıllar sonra, yeryüzünün birçok coğrafyasında kalplere ışık olduğu gibi, Erich Fromm gibi düşünürlere de esin kaynağı olan bir güneş Mevlana. Dünya zindanını, beden zindanını, insanlığın içinde debelendiği zindanları öyle güzel betimliyor ki Mevlana, farkında olmadan bir iç yolculuğuna çıkıyor, varlık evreni içinde kendinize yöneliyorsunuz. Mevlana’nın Mesnevisi insanın, ruhun, canın ve dahi canların hikayelerinden oluşuyor. Et ve kemiğin değil, özün; et ve kemikten sıyrılabilenin; et ve kemikten sıyrıldıktan sonra da, “var olacak olan”ın, yani ruhun, yani “canların” hikâyesi. 

Özgürlüğe kavuşan “canlar.” Dünyadan, bedenden, altın ve gümüşten, kibir ve gururdan geçerek özgürlüğü yaşayabilenlerin hikâyesi. İnsanlığın büyük yıldızlarının yaşamlarından mesajlar. 

Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor. 

“Doğruya ve iyiye adres sormamak gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar üretmeye çabalamak…

Sevgisizlik, zulme dönüşüyor yeryüzünün bütün köşelerinde. Kendini sevmeyenler, kimseyi sevemiyor. “Sevgiyi” keşfetmek herkesin harcı değil. Kendini, ötekini, bütün varlıkları sevebilse insan, yeryüzü daha yaşanılabilir bir yer olabilir. Kendisiyle, ötekiyle, cananıyla, bütün canlılarla ve kısacası “insanla ve her varlıkla” barış içinde yaşayabilenler, umutsuz insanlığın umudu olacaklardır. 

“Ben iken biz olanlar”, “ham iken pişenler”, “cahil iken bilenler”, “görmez iken görebilenler”, “aşksızlığın en büyük dert olduğunu bilenler -ki Mevlana, aşksızlara yazıklar olsun diyor”, “ten kafesinden (bayağı isteklerden) çıkabilenler” arınma yolunda olacaklardır.…

 İlahi aşk, insani aşk… İnsani aşk, ilahi aşk… Kapı aynı, kaynak aynı… Hepsi insanın yürek ülkesinde…

Akıllı teknolojilerin köleleri, tutsakları, robotlaştırdıkları insanlar, hemcinslerimiz, biz… Nurettin Topçu, 1960’lı yılların insanlarını tanımlarken “makinenin zavallı köleleri” diyordu. Şimdi ise insanlar Gülten Akın’ın dediği gibi “durup ince şeyleri anlamayanlara” dönüşüyorlar, dönüşüyoruz. Onlara/kendimize nasıl ulaşabiliriz ki? 

Herkese ve herşeye yabancılaştığımız gibi, kendimize de yabancılaşıyoruz. Artık, “düşünemeyen insanlar”ın giderek arttığı, kitap okumanın istisnadan sayıldığı, bambaşka dertlerin insanı kuşattığı bir çağda sevgiden, aşktan, “insan”dan söz etmek öylesine güç ki, “dünya nüfusunun hızla arttığı, insan sayısının ise giderek azaldığı” bir insanlık evresini yaşarken Mevlana’yla, gönül ve düşünce adamlarıyla nefes alabilenlerin sayısının artmasını diliyorum. E. Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü bütün olanların, öykülerin, dramların tercümanı bir anlamda.

Ve insanlığın karanlık yanı kötülüğü alkışlarken, gönlü kömürleşmemişleri arıyor insanlığın aydınlık yanı. 

Umut güneşiniz hiç kaybolmasın gönül ülkenizden...

31 Ağustos 2019 Cumartesi

SINANMAK

Yolculuktur yaşam! ... 
Sınanmayla geçer bu yolculuk!...
Kendine, zamana, sevdiklerine ve sevmediklerine, fırsatlara, kayıplara, olanaklara, olanaksızlıklara, haksızlıklara, vicdansızlıklara, iyiliğe ve kötülüğe karşı hep sınanır insan...




Her bir insanın yaşam yolculuğu olağanüstü değerli ve üzerinde düşünmeye değer. İnsan muazzam ve aynı zamanda zavallı bir varlık. 

Ağlayarak dünyaya adım atıyor ve arkasından ağlanarak uğurlanıyor. Çünkü insan, insan gibi yaşamışsa kaybından büyük hüzün duyulan bir varlık. Bir de insan gibi yaşamamışlar var, tarihin çöplüğüne çöp olarak atılanlar... Hatırlansa bile, lanetle anılacak olanlar. Sınanmanın gizemi burada: Arkada bıraktıklarınla ya lanetlenirsin ya da hep iyilikle anılırsın...
İnsan olarak gelip insan olarak gidebilen, sınanmanın gizeminini bir ölçüde çözmüş demektir. Yaşamın her anıyla, her olanağıyla, her fırsatı ve zorluğuyla; ve elbette kendinizle ve çevrenizle sürekli olarak sınanma durumu var. 



***

İnsanın sınanması ilkelerine, değerlerine, beklentilerine ne tür karşılıklar verdiğiyle ilgilidir. Amaçlarının ve araçlarının değeriyle sınanır insan. Bir fani varlık olarak, "insan olmanın" gereklerine ne kadar karşılık verebildi, verebiliyor? "Beyhude dolaştım, boşa yoruldum"la bitiyorsa yaşam, bu sınanmanın sonu hüsran demektir. Vicdanlı, adil, duyarlı, empati sahibi biri olarak yaşama veda edemiyorsa insan, yine sınanma hüsranla bitmiş demektir. Sağlığını, zamanını, boş vaktini ve enerjini iyilik üretmeye harcamadınsa sınavı kaybettin, geçmiş olsun. 



Var olmak için  doğal olarak bir aile gerekiyor. Ve bu bir minnet gerektiriyor, borç durumu ortaya çıkarıyor. Varlığı anlamlandıran kurumdur aile. O aile, toplumsal değerleri aktaran bir eğitim kurumu aynı zamanda. İnsan, o ailenin büyüklerinin emekleriyle bütün gelişim süreçlerini yaşıyor. İnsani değerlerle donanmış bir aile kuşkusuz sağlıklı bireyler yetiştirir.  

Anne baba, çocuğunu her zaman iyi görmek ister. Her bakımdan kendine yeten, vefalı, çevresine duyarlı, sorumluluk sahibi bir insan bir ailenin en değerli mirasıdır. Anne baba veya bütün akrabalar için hayal kırıklığı olmak mı, onur duyulacak bir kimliğe ve kişiliğe sahip olmak mı?  Sınanmanın farklı bir alanı...



İnsanın topluma karşı sınanması: Toplumla barışık yaşayabilmek mesela. Sosyal adalete katkı sunmak, sosyal sorumluluk sahibi olmak, "ötekileştirmeden, yargılamadan, dışlamadan" kamusal alanı paylaştıklarına "iyilikle" katkı sunmak... Sınanmanın farklı bir türü. 


İnsanın milletine, ülkesine ve ülkesinin değer yargılarına karşı sınanması vardır: Toplumu, toplumsal birlikteliği oluşturan uzun bir geçmiştir, tarihtir; ortak acılardır, sevinçlerdir. İnsan kültürel kodlarıyla da sınanır. Mankurtlaşıp bilincini kaybettiğin zaman, bu sınavı da kaybettin demektir. Makyavelist yaklaşımlarla "amaç için her araç meşrudur" diyerek yaşarsan milletine, ülkene ve ülkenin değer yargılarına en büyük kötülüğü yapmış olursun.

İnsanın, insanlık ailesine de borcu vardır. O da, o büyük insanlık ailesinin vicdanlı, adil, çalışkan bir üyesi olabilmekle ilgilidir. Ve elbette bütün insanların değer yargılarına saygı göstermekle ilgilidir.

Ve;
Bireyin bu kadar farklı boyutta sınanması varken, toplumun milletin sınanması yok mudur?
Vardır elbette!
Toplum vicdanını kaybetmişse, adalet terazisi sürekli eksik tartıyorsa; insanların, kurumların birbirine güveni yaralıysa; yoksulun, mağdurun, kimsesizin sayısı artıyorsa; bireylerin gelecek kaygısı bütün kaygıların önüne geçmişse; liyakat ve ehliyet yerine kayırmacılık ağır basıyorsa, toplum da, ülke de, ülkenin değerleri de ağır bir sınanmadan geçiyor demektir. 

Nurettin Topçu, "Var Olmak" isimli eserinde "Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak" derken, asıl kazancın gönüllerde kaybetmenin de her türlü "çıkarcılıkta" olduğunu söylüyordu. Yanlış mı? "Sonunda dünyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünüyle görüyoruz. Böylece sefaletimize boyun eğiyoruz." 
Nurettin Topçu'yla devam edelim: Sezar'la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı. Ne kaldı onlardan geriye? İnsanlığın kalbine gayz, kin, intikam ve düşmanlık tohumlarını attılar. Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götüren gönüller. Sokrat zindanda, Hallaç darağacında zafer kazandı. Mevlana ve Mehmet Akif kıyamete kadar gönüllerde yaşayacaklar..." 

Birey de, toplum da, ülke de, bütün bir insanlık da tarihe karşı sınanır; vicdana karşı sınanır; insanlığın evrensel birikimlerine yani vicdana, adalete, empatiye, hakkaniyete karşı sınanır...
Tarih insanların, toplumların, ülkelerin ve insanlığın vicdanının sınanmalarının tarihidir... 

Başka da bir şey değil!

***
"Kalbinizin karanlığından korkuyorum" diye yazmış birisi sosyal medyada. Çok çarpıcı bir cümle... 
Kalp karardı mı, kara kalbin sahibi zaten kaybetmiştir. 
Ama kara kalplilerin sayısının artması ve dayanışma içine girmesi birey için de, toplum içinde büyük kaygılar oluşturur. 
Ne mutlu kalbi aydınlık olanlara...

Merhameti olmayan insan kaybetmiştir. 
Nurettin Topçu'nun bu yakıcı değerlendirmesi ile bitireyim:
"Merhamet bütün evrene yayılmış ilahi bir cevherdir. O sevginin kaynağıdır. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur!"





1 Temmuz 2019 Pazartesi

Yaşama İşi

Meşru olanı istemek, meşrudur; meşru olanı her yolu kullanarak ve kendini hırpalayarak istemek olan "hırs" ise gayri meşrudur, erdemler kitabına göre. Her insan, yaşam boyu farklı şeyleri isteyebilir; elde edebilir veya edemeyebilir. Önemli olan "isteklerin" meşru ve kabul görmüş yollardan elde edilmeye çalışılmasıdır. Hırs, ise kötüdür. Çünkü, hırs hastalığına yakalanan doymak bilmez bir "muhteris"tir. Hırs ve muhteris kardeştir!

Gorki, "İnsan ne kadar az isterse o kadar mutlu olur! İstekleri arttıkça özgürlüğünü yitirir" derken , sanırım isteklerin "bağımlılık prangalarına", yani hırs kelepçelerine dönüştüğünü vurgulamak istiyordu.
Mevlana, "Varsayalım ki bütün dünya altın oldu ve hepsi senin oldu. Bu kar ile güneş hikayesi gibidir. Her yer karla dolsa, bir güneş çıkar ve eritir onu. Her yer altınla dolu olsa ve senin olsa, nihayetinde ölüm eritir onu, hiçleştirir" der. 
O halde ölümle bitecek bir yaşamın kıyısında dolanıyorken, insanların "ölümcül hırsla" dünyaya sarılmaları ve her türlü kötülüğü yapabilmeleri nasıl açıklanabilir?
Sanıyorum, ölümün hiçbir zaman kendilerine uğramayacağına iman ettiklerindendir. Yaşam deneyimlerim, ölüme ve sonrasına inananların büyük bir çoğunluğunun da, aslında inanmadığını söylüyor. Ölümü  ve sonrasını bilen, hiç kötülüğün peşinde olur mu? İnanmak ayrı, inanıyormuş gibi yapmak ayrı...




***





Ölüm mutlak. Kimse kaçamıyor. Kimseyi affetmiyor. Ölmek için doğuyor insan.

Filozoflar görevlerinin "insanlara ölümü kabullendirmek ve ölümden korkmamayı öğretmek" olduğunu söylüyorlar. 
Dinler, ölüme kabul edilebilir açıklamalar getiriyorlar. Genellikle ilahi dinlerde de, diğer dinlerde de "yeniden diriliş" için ölüm kaçınılmaz son. 


Ölümü içselleştirmek, kabullenmek yaşayanlar için çok zor. Bundan dolayı hem filozoflar hem de dinler, ölümü açıklama ve insanların kabullenebilmesini sağlama peşinde olmuşlardır.
Nietzsche, "ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır" derken, ölüm korkusuna kendince bir açıklama getiriyordu?
"Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok. O halde üzülecek ne var?" demiş Lucretius. 
Ölüm sonrasına inansan da, inanmasan da ölüm mutlak ve karşılaşacaksın. 
Ancak, bunca varlık niye? Sevgi, umut, insani etkileşimler niye? Bunca kötülük niye? Bunca iyi insan nereye?
Hepsinin ya sonsuz bir ödülü ya da cezası olması gerekmiyor mu?



İyilikler ve kötülükler karşılıksız kalacaksa, hangi yasanın ya da ahlak kuralının ne anlamı olabilir ki?


***
Ölüm sonrası...
Diriliş?
Mevlana, ölüme büyük bir mutlulukla "Şeb-i Arus" demişti. Sevgiliye kavuşma anı.
Sokrates de, ölüme güle oynaya gitmişti. "Hem Tanrı'yı göreceğim, hem de dostlarımla (Homeros) buluşacağım" demişti. 


***
O halde yaşarken ne yapacağız? İşimiz ne?
Nazım Hikmet'in "Yaşamak umutlu bir iştir" tanımlaması çok hoş. Yaşamak bir "iş." Sonunda kâr veya zarar var.
Peki, bu "yaşama işini" nasıl yapacağız ve işimizi nasıl geliştireceğiz?
Yaşamanın amacı nedir?
Gorki, "Yaşam üstüne düşünmek, onu yaşamaktan daha zor" diyor. Bu yüzden sanırım Ali Fuat Başgil, "Düşünen bir insan, maden kuyularında kazma sallayan işçiden daha çok çalışıyordur" demiş.
Düşünenler, yaşam işinin amacının kutsal olduğunu ve "Kutsal olan(ın), kişinin kendi hakikati için çıktığı arayış" olduğunu söylüyorlar. Çok sarsıcı düşünceler geliştirmiş olan Nietzsche bu fikirde en azından. 
Büyük tasavvuf adamı ve halk ozanı Yunus Emre, "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir" derken, Nietzsche'nin tanımladığı yaşam amacını yüzyıllar öncesinden haykırmıştı. 
Düşünenler ve arayanlar genellikle aynı sonuçta buluşuyorlar (mı?)



***

Peki insanlar ne yapıyorlar ve ne arıyorlar yaşam yolculuğunda?
"İnsanlar unutma ve avunma ararlar, bilgi değil..." diyor Gorki.
Ne kadar haklı.
Carpe Diem! 
Anı yaşa!
Peki;
Yaşamı anlamlandırma?
Hayır, kalsın!
Anı yaşa!



Anlaşılmayanı anlamaya çalışmak yerine, anı yaşa!

Sonra?
Unut!



***

Hayır, değil!
Bu, değil!..
Anlamak ve anlamlandırmak işidir, insanın biricik işi.
"Öldükten sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor" diyordu Alev Alatlı romanının birinde. 
O da, yaşamın amacını "yaşamın koordinatlarını öğrenmek" ve elbette "tamamlanmak" olarak belirliyordu.
Nasıl tamamlanacağını da insan bilemiyor işte!
Çünkü, toplum denen makine düşünmeye fırsat bulamayan otomatlara dönüştürüyor insanları...
Erich Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" kitabı tamamen bunu anlatıyor.
Ve Nurettin Topçu'nun "Var Olmak" isimli kitabı da...


8 Ocak 2019 Salı

HAYAT KALICI ÇÖZÜMÜ OLAN GEÇİCİ BİR DURUMDUR?



Oldukça soğuk bir konu ölüm. 
Buz gibi. 
Her gün, her saat, her dakika başkaları/ötekiler ölüyor, izliyoruz. 
Ama mutlak bir biçimde her canlının karşılaşacağı bir durum ölüm. 
Yaşam ve ölüm. 
Bizim dışımızda gelişen durumlar. 
Ne dünyaya gelmeyi istedik, ne de ölmeyi. 
Doğuyoruz, bizim irademiz ve isteğimiz dışında olan bir şey. Ölüyoruz, yine bizim irademizin dışında. 
Doğumla ölüm arasında da bir kısmımız yaşıyor, bir kısmımız da yaşıyormuş gibi yapıyor. 
Asaf Halet “Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mara, günü ve saatleri ne yapacaksın” diyor. Ama gel gör ki düşünmeden yaşayamıyoruz. Zira akıl gibi bir donanım az veya çok herkeste var ve düşünebilenleri rahat bırakmıyor. Ha bir de “gün ve saatler” var, bizi eskiten, yıpratan. Belki de gelişmemizi ve olgunlaşmamızı sağlayan. Elbette tavır alışlarımız, hayal gücümüz ve zihinsel donanımlarımıza göre değişmekle birlikte yenilenmemize neden olan aynı zamanda. Yahya Kemal’in çok güzel ifade ettiği gibi “insan hayal ettiği müddetçe yaşar.” Cemil Meriç’in “Bana hakikati değil, muradını ver” sözü de insanları düşünmeye ve hayal etmeye zorlayan bir mesaj içerdiği gibi, hayal edebilmenin hakikat’ten daha önemli olduğunu anlatıyor. O halde insanı yaşatan hep “gelecekteki
hayalleri/beklentileri/umutları” olabilir mi? Çoğunlukla evet! Bazen de çaresizlik! Ötenazi isteyenler neden ister bunu mesela?
“Bir kitap okudum hayatım değişti” diyordu bir yazar. Bir kitap, hatta bir cümle hayatı değiştirir mi? Bir kitapta bir cümle. Bir çığlık. Kitaplarda saklanan, kitaplardan yükselen… Okuyunca, okuduklarında olmadık düşüncelere rastlarsın. Tarihin tozlu raflarından ya da günün en çok satanlarından bir kitap da olur, bir makale de. Fark etmez. Yeter ki oku!... Okuyunca düşünürsün. Düşündüğünde ise ya için huzur dolar veya azap. Her hâlükârda kazançlısın. Azaptan huzura yol var çünkü. Mesela. Nurettin Topçu’nun iç yakan bir cümlesini hiç unutamıyorum. “Var Olmak” isimli kitabından bu cümle. “Servet, hırslar, muvaffakiyetler (zaferler), bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak. Bir menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor.” Çöz çözebilirsen. “Varlığı darlığa düşürmek…” de ne? “İhtiraslarının dürbünü ile yaşama ve yaşayanlara bakanlar” ne tür çıkarımlar yapar? Bilemiyorum.
O halde? Evet, o halde bu tuhaf yaşam yolculuğun sırrı ne? “Varlığı darlığa düşürmeden” nasıl yaşanır? Bu yazının asıl esin kaynağı Arthur Shopenhauer ve hakkındaki yorum ve yazılar. Fakat yazıya başlayınca esin kaynakları çeşitleniyor. Shopenhauer’un dünyaya, var olmaya ve ölüme bakışı sarsıcı. Dünyanın en anlaşılmazlarından biri. Berbat bir aile ortamında büyüyen; ızdırap içinde yaşayıp, yalnız ölenlerden biri. “Kafanı eğ! Yaşamın zarif yasalarına ve sırlarına şapkanla selam ver ve yaşama işine devam et” anlayışı kadercilik mi? Bu kadar kötü bir dünyada ve kötü hemcinslerimizle nasıl bir yaşama yolu seçmeliyiz? Öyle ya Habil ve Kabil’in devamı değil miyiz hepimiz, her zaman ve insanlık tarihinin bütün evrelerinde. Kardeş kavgasıyla başlamış yaşam. O yüzden ve aslında bazı şeylere hiç kafa yormaya gerek de yok. Ancak, “yaşama işine devam” konusunda insanların müşkülatı çok. Müşkülatı (zorlukları) aşmanın yolu yaşamın yasalarına teslim olmak ve bulabileceğin azami huzurla yaşamak. Öyle diyorlar.
Bazılarımız için yaşam “İnleten, acı veren, düş kırıklığı yaratan bir sonla” bitebilir. “Görkemli yaşamlarımızın daha fazla.. daha fazla birşeyleri hak ettiğini düşünerek, ama neyi hak ettiğini bilmeden” bitebilir. “Bilmek” herkese göre bir armağan değil. Yaşamımızın nasıl biteceğini belirleme iradesi var mı? İyi bir sonla mı, kötü bir sonlamı sonlanacak bu yolculuk? Marx’ın “iş dini, miktar ideolojisi” dediği kapitalist bir yaşamın kurbanları için artık iyilikle kötülük de yer değiştirmedi mi? Aman neyse, burayı da biraz dağınık bırakalım.
Elbette yaşam, “verili/belirlenmiş bir süre”den oluşuyor. Bilmiyoruz, ne zaman “the end” yazacak filmimizin sonunda. O halde, kolay pes etmemek gerekir her türlü zorluğun karşısında ve “kapanış saatinden önce de çıkışa yönelmemek” gerekir. Bir çeşit “asla pes etme” (never give up) durumu. “Kaderini sev, yaşamını seç.” (Yaşamını kaç kişi seçebiliyor, o da ayrı bir sorun ya.) Seçemesen bile, bulunduğun koşullarda “insan kalmaya bak ve asaletinin heykelini dik”. Bakın yine kadercilik. Bu kez Nietsche’den: “Öyle yaşa ki, aynı hayatı sonsuza kadar yaşasan da pişman olma.” Oldukça zorlayıcı bir istek. Kaç insanın başarısı olabilir ki böyle bir yaşam? Peki böyle bir yaşamı başardık diyelim. Yaşamın amacı ne? Herkesin cevabı farklı. Bu olabilir mi: “Olgunluğunu, bilgini, birikimini paylaş.” Tamam çok güzel. “Ben yerine biz” mi? Bencillik yerine dayanışma ve yardımlaşma mı? Öyle olmalı, değil mi? Erdemli olan bu. “Dayanışma ve yardımlaşma” ve hatta “empati” üzerine kurulu bir yaşam. Ama fakat lakin.. hangi sözcükle başlarsanız başlayın: Şimdi artık herşey parayla değil mi? Erdem de parayla, insan da, insanlık da. Ne acı!
Umutsuz olmamak lazım. “Bazı çiçeklerin geç açtığını hepimiz biliriz.” Romalı Lucretius bu tanımlamayı niye yaptı ki: “Bütün meyvelerin aynı anda olduğunu zannedenler, üzümlerin geç olgunlaştığını bilmiyorlar” diyordu Lucretius. O halde düşünebilenler “bazen şimdiye kadar ki yaşamlarının bir özetini çıkarmalıdırlar.” Yaşam seni nereden aldı nereye getirdi ve nereye götürüyor? Belki bir olgunlaşma yolu açılır, kim bilir! Olgunlaşma/olma yönünde şanslı ve istekli bireyler önemli ilerlemeler elde ediyorlar da, toplumlar ve coğrafyalar çuvallıyor. Tekrar Cemil Meriç’e saygıyla: “Kalkınma, coğrafyanın insanlaşmasıdır.”
İnsanın amacı yeryüzünde mutlu olmak mıdır? Böyle de soru olur mu? Olur. Epikürcülere göre öyleydi. İnsanlık tarihi boyunca bu konuda insanlar ortak bir kanıya varabilmiş mi, hayır! Ve bedbaht bir hayat yaşayan Shopenhauer: “Mutlu bir yaşam olanaksızdır. İnsanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.” Sanırım bu kahramanca yaşam da içsel barışı sağlamak, kendisiyle barışık olmak, “bulduğu yaşama razı olmak” anlamındadır. Zira kendisiyle barışık insana pek rastlanmıyor. En büyük kahramanlık bu olsa gerek: Kendisiyle barışık! Kendisiyle barışık olan, çevresiyle ve doğayla da barışık yaşamak için çok önemli bir iş başarmış demektir.
Bu içsel barışı sağlamanın yolu ölümü anlamaktan geçiyor diyor filozoflar, bilgeler, erenler. Aslında herkes bir biçimde ölümü keşfetme günü (ökg) ya da anlama günü bulmalıdır. Çılgınca gelebilir ama denenmelidir. Bir düşünce egzersizi gibi. Sonsuza kadar buradaymışız gibi yaşarız bir bakıma. “Ama öğle değil, yakında bileceksiniz” diyor kitap. Ölümle tanışmayacak canlı yok. Ölmeyecekmiş gibi kötülüğü meslek edinerek yaşayanlar da çok. “Ah insanların vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diyen şair de (Gülten Akın) bunu kast ediyor olabilir. Ölümü anlamak, yaşamı anlamaktır. Ve hemcinsini, yani ötekini, yani kadınıyla erkeğiyle seni, beni, onu, yani “insanı” önemli görmek ve değer vermektir. İnsanı yalnızca “insan” olarak görmektir; her türlü ayrımcılığı reddederek. Ama ah bu nasıl olacak? “Dünyaya bakışımızın sığlığı ya da derinliği çocukluk çağlarında oluşur. Daha sonra gittikçe olgunlaşır. Fakat özde aynı kalır.”
Çocukluk çağı çoğu insan için en trajik dönemdir. Bu trajedinin adı, sevgisizlik. Çocukluğunu yaşayamayanlar... Anne baba arasındaki ilişkilerin  iyileştirdiği ya da ezdiği kişilikler. “Anne baba arasındaki sevgi çocuğa sevgi olarak yansır. Anne sevgisinden yoksun büyüyenler, içlerine kapanırlar, temel güven duygusunu geliştiremezler.” Psikologlar, ruh bilginleri söylüyor bunları. Özgüven, kendine saygı, ötekine saygı, canlılara saygı, eşyaya saygı.. varlığa saygı… Çocuklukta temellenen nitelikler. Etrafınıza bakın ya da kendi içinize. İnsanların arızaları, hoyratlıkları, vicdansızlıkları, haksızlıkları hep bu yaşanmayan çocukluklardan!...
Çocuklukta ruhunu sevgiyle besleyemeyenler yaşama yenik başlıyorlar zaten. Çok azı daha sonraki öğrenme süreçlerinde bu yenilgiyi zafere dönüştürebiliyorlar. Ne demişti Konfüçyüs: “Bilgiye sahip olarak doğmuş birisi değilim. Yalnızca ÖĞRENMEYİ VE ÖĞRETMEYİ seviyorum.” İnsan en geç olgunlaşabilen bir canlı. Eğer şanslı biriyse tabii ki. Bilgi ve bilgiye verilen değer bu çağa gelinceye kadar çok önemli ve saygındı. Bilginin ve bilgi sahiplerinin (bilgelerin ve bilim insanlarının) saygın bir değeri vardı. Paha biçilemezdi. Şimdi paha biçiliyor, her şey ve herkes parasıyla artık. Johann Fichte yoksul ve eğitimsiz bir kaz çobanı idi. Fichte yürüyerek Varşova’ya gitti, Immanuel Kant’la tanışmak için. Bu yürüyüş iki ay sürdü. Aslında bu tür davranışlar bizim eski ve yeni coğrafyamızda da çok bilinir. Bilgi ve ilim sahipleri pek değerliydiler. Anadolumuzun ozanı Yunus ne diyordu? “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır.” Tarihimizi aydınlatanlar da önce kendilerini bilmek için bilginin peşinde coğrafyaları arşınlamışlardır. Gündüz vakti kandille “adam arayanlar” ne muazzam ve yakıcı mesaj vermişler kendi zamanlarından bizim zamanlarımıza. Bazı mesajlar insanlık tarihi boyunca eskimez. “Nice insanlar gördüm üstünde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” diyen Mevlana ne diyordu? Bilen, aynı zamanda “adam olan”dır. O halde gündüz vakti adam arayanların yadırganacak bir tarafı yoktur. Zira Kutadgu Bilig’de de belirtildiği gibi, “Nadir olan insan değil, insanlıktır.”
Geçelim! 
Thomas Mann 26 yaşında “Buddenbrooklar” adında çok değerli bir kitap yazıyor. Edebiyat dâhisi olarak tanımlanıyor Mann. “Bu kitabı ölmeye niyetli herkese öneriyorum” diyor. “Ölmeye niyetli” derken elbette herkesin “ölümlü” olduğunu hatırlatan bir ifade. Ölüme teşvik değil. “Hayat adlı bu zalim alaycı şey” zaten elimizden çıkmayacak mı? O halde ölmeye niyetli olmaya gerek yok, hepimizi bekleyen mutlak son orası zaten. Kimsenin niyetine, umutlarına, hayallerine, düşlerine, beklentilerine bakmaz ölüm. Yaşamı sonsuz zanneden şark uyanıkları ölümü de öldürecekleri sanrısına kapılabilirler. Ancak, ölüm her yaşayanın uğrayacağı mutlak durak. Bazı durumları ne güzel ifade etmiş Atilla İlhan: “Olmaz, gerçek olamaz bu yaşadığımız, ya sanrı ya sanrıya çok yakın bir şey.” Oysa, sanrı zannettiklerimiz gerçeğin ta kendisi olabiliyor.
Arthur Shopenhauer Thomas Mann, Tolstoy ve Nietzche gibi düşünür ve yazarları çok etkiliyor. Nietzche O’nun için “dinamik ve kederli bir dahi” nitelemesinde bulunuyor. Ah keder! Ne çok yağıyorsun yer yüzüne bazı zamanlar. Kederle dost olan kaderle de sağlam dostluklar kuruyor.
Türlü türlü insanlar geliyor bu dünyaya ve gidiyor. Kimilerinin mezar taşı oluyor, kimilerinin olmuyor. Peki bu türlü insanların mezar taşları, yaşam biçimlerine göre yazılsaydı.. mezar taşında ne yazardı acaba? (Genelde herkes için “iyi şeyler” yazılıyor ama herkes hak ediyor mu acaba bu iyi şeyleri?) Hani cesetleri koyacakları o küçük çukurun üstündeki tabelaya! Bir bilge sormuş kendisine tedavi için giden hastaya: “Alışkanlıklarını/kötülüklerini bırakmıyorsun. Mezar taşın bir köpeğinki ile aynı olacak: Yaşadı, hırladı ve yine yaşamaya devam etti ve öldü. Oysa sen bir insan olarak geldin bu dünyaya…”
Ve devam etmiş:
“Peki ölünce mezar taşına ne yazılmasını istersin? Ahmak, bilge, kahraman, iyiliksever, kibir budalası, insanların görmek bile istemediği, adı batasıca, şizofren, sadist, mazoşist, kendisini üç kuruşluk çıkara satan, karaktersiz, iyi bir dost, koca yürekli, müşfik, vefakâr vs... Veya Halet Efendi için söylenmiş bir sözle şöyle bir mezar taşı nasıl olurdu: “Ne kendi eyledi rahat, ne kimseye verdi huzur.” “Hayat nedir” sorusu üzerinde düşünemeyen ölümü nasıl anlasın? Hayatla ilgili bir not daha düşelim Schopenhaur’dan: “Hayat kalıcı bir çözümü olan geçici bir durum.” Haydi buyrun dilediğiniz yorumu yapın. Sanırım en çarpıcısı,  yaşamın “geçici bir durum” olması. O halde düşenenlerin ya da düşünebilenlerin bütün çabası bu “geçici durumu” anlamlandırarak yaşamaya devam etmek midir? En azından “ölünce adım anılsın iyilikle” diyebilmek midir, düşünebilmek, yaşayabilmek. Veya yaşamın sırlarına ermek.
İki ayaklı hayvana dönüşen ne kadar çok insan var. Tarık Buğra “dik sürüngenler” diyordu romanının birinde. Hayvan dediysem hayvanlar da türlü türlü. Kast edilen olumsuzlamalar bukalemun, domuz, yarasa, yılan, akrep, çakal, köstebek ve sivrisinek gibilerle ilgili sanırım. Antropologlara ve kent tarihçilerine göre insanlar birçok şeyi hayvanları gözlemleyerek öğrenmiş. Ağır olacak ama hayvan bile olamayan insanlar tarih boyunca çokça insanların arasına karışmıştır ve karışmaya da devam etmektedir. Hayvanların tamamı öğreticidir (olumsuz betimlemelere konu olanlar dahil), insanların yaşamlarını kolaylaştırıcıdırlar da. O halde canlı cansız bütün varlıklar ve bu arada elbette insan ve bütün hayvanlar yaşam döngüsünün olmazsa olmaz parçaları. Mesela kirpiler. Bir araya toplandıkları zaman, yakınlığın getireceği sorunlardan sakınmak için dikenlerini kullanırlar. İnsanlar arası ilişkilerde de “mesafe” çok değerli bir kavram. Fazla yakınlaşmak zararlıdır. Çünkü, insanlık tarihi ispat etmiştir ki, “insan insanın kurdudur.” Bunu Thomas Hobbes söyleyince eleştirenler çok. Fakat tarih ve günümüz bu sözü her an doğruluyor. Kabil ve Habil olayı da bu durumu anlatmıyor mu?
Tarih boyunca düşünenlerin çoğu deli muamelesi görmüş sözde akıllılar tarafından. Mesela “İyi yaşamayı öğrenmek için iyi ölmeyi öğrenmek gerek” demiş Sokrates. Çılgınca bir ifade. İyi ölmek ne demek peki? Ya şuna ne demeli: “Ondan vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında kimse hayatın gerçek tadını alamaz.” Hadi, “ondan vazgeçmeye hazır olmak” neyse de “istekli olmak” ne demek? Seneca’ya bunu söyleten neydi? Bu adamlar ne demek istiyorlar? Yaşam insanların çoğu için tapınılası bir durum. Ama umulmadık bir anda elden çıkıveriyor. O halde ölüm korkusuyla mı yaşayacaksın yoksa ölümü kabullenip, “beklenen ve kaçınılmaz sonu bilerek” mi yaşadığın  anları anlamlandırmayı tercih edeceksin? Olmak ya da olmamak.
Nietzche insan hayvan karşılaştırmasını şöyle yapıyor: “İnsan ve inek arasındaki fark: İnek geçmiş ve gelecek kaygısı taşımaz, anı yaşar. İnsan ise talihsizdir. Geçmiş ve geleceğin baskısı altındadır. Çocukluğun “altın günlerini” neden özlemle anarız? Çünkü, yaşamın acı yüzüyle henüz tanışmamışızdır.” Hayatı acılaştıranlar kimler? Hemcinslerimiz, hayatı bir biçimde birlikte yaşadıklarımız. Hadi kestirmeden söyleyelim, toplum denen büyük makine. “Makine ruhsuzdur. O halde toplum da ruhsuzdur” şeklinde bir önermeye çok itiraz gelecektir ama üzerinde biraz düşünmek gerek. Haksız da sayılmaz bu önermeyi geliştirenler.
“Başkalarının istek ve beklentileriyle meşgul olursun, kendini unutursun.” Bu bir biçimde “başkalarının dertleriyle dertlenirsen kendi dertlerini unutursun” demek oluyor. Budizmin kurucusu Buda’nın hikayesinin veya kendini unutmasının böyle başladığını söylerler. Buda, babasının sarayından ilk kez dışarı çıktığında hayatın dehşet verici yönleriyle karşılaştı: Hasta bir insan, ayağı çukurda bir yaşlı ve bir ceset. O ana kadar asla görmediği ve bilmediği “insanlık halleri.” Varoluşun trajik ve korkunç doğasının keşfi böyle başladı ve dünyadan elini çekip evrensel kurtuluşu aramaya başladı. Kurtuluşun yolu da, sefil ve bedbaht insanlara yardım ve ruhlarını eğitmekten geçiyordu. Şems ve Mevlana’nın öyküsü de benzer şeyleri anlatmıyor mu? Kabalığı, hoyratlığı aşma üzerine kurulu bir yaşam. Şems’in mesajı: Bana öğretildi. Öğrendiğim emanetleri yüklendim. Bu emanetleri aktarıp gideceğim dünyanızdan. Ve gitti.
Bir insanın olup olabileceği en değerli yer neresidir? İnsanı insanlaştıracak, yaşamını anlamlandıracak olan nedir? “Saygın bir merhamet gemisi olarak, insanları mutlu limanlara taşımak.” Yeryüzünün her köşesi ve insanlık tarihinin her anı rahatsızlık verici ve acı olaylarla doludur ve öyle olmaya da devam edecektir. Peki bu acıları nasıl azaltabilir insan? “Rahatsızlık verici olaylara sonsuzluğun penceresinden baktığınız zaman acılarınız azalır (sub specie aeternitatis)”. Öyle mi? Evet! Nasıl olacak bu? İnsanlık denizinde bir damla olduğunuzu düşünerek. Milyarlarca yıllık var oluş tarihinin birkaç yıllık diliminde “geçici bir yaşamı üstlendiğinizi” bilerek ve sonsuza kadar dünya denilen gölgelikte yaşamayacağınızı bilerek. Dünyaya ve içindekilere hiçbir biçimde “olmazsa olmaz” muamelesi yapmayarak. Çünkü, yaşam güneşi de batıp gidecek. O halde ‘batıp gidenlerin peşine takılmadan’ bütün tutkulardan, bağlardan.. en iyi ifade edecek sözcükle “hırslardan” arınmak dünya yolculuğundaki acıları azaltacaktır. “Bağlantıları/bağları bırakma sanatını öğrenerek acılardan kurtulma.” Daha fazla dinle, daha az konuş. İyiyi sakla, kötüyü uzaklaştır. Hiçbir şeye bağlanma, bütün bağlarını kopar. Arzularını kontrol et. Yaşam geçip giden bir gösteridir. Her şey geçicidir.”
Büyük acılar, daha önemsizlerin hissedilmesini engeller. Büyük acıların yokluğunda en küçük dertler büyük sıkıntılara dönüşür. Elbette büyük küçük acıların tamamı insandan uzak olursa insan huzur bulabilir. Fakat, huzuru yakalamak için de acılardan öğrenilmesi gerekenleri öğrenebilmek gerekir.
Aslında çağlar boyunca bütün kültürlerde öğütlenen şudur: “Herkes insanlaşma projesi başlatmalıdır ve uygulamalıdır.” Zira insan görünümündeki herkes insan değildir. Yanılgıya düşmemek iyidir de çok yanılgılar yaşarız. “Olabildiğince az şey dilemek/istemek/beklemek, çok şey öğrenmek istiyorum.” Schopenhauer’un bu isteği tam dervişçe bir istek. Evet ama artık günümüz insanı ve koşulları için çılgınca istekler… Eşya yaşamı devam ettirmede bir amaç mı yoksa araç mı? Eşyanın kölesi olan ne kadar mutlu olabilir ki? “En çoğa sahip olma tutkusu” insanlığı azaltır mı artırır mı? Soru çok. Cevap arayan da yok ya neyse.
“Hayat acı çekmektir. Acıya bağlanmalar/beklentiler neden olur (eşyaya, kişilere). Acının panzehiri arzulardan, bağlardan, benlikten, biriktirme isteğinden vazgeçmektir. İnsan ruhunu yücelten ve arındıran şey, öğrenmek. Durmadan öğrenmek. Ve huzur…
Yalnız kalmayı denemek gerekir yaşamın belli dönemlerinde. Bu bir anlamda gece karanlığında düşünce denizinde demlenmek olarak da görülebilir. Yalnızlık karanlıktır ama aydınlığa çıkarır. Yalnızken düşünebilirsin. Kalabalıkların gürültüsü düşünmeye izin vermez. Çünkü, eğer düşünebilirsen “kendini bilme aydınlığı”nın yolunu bulabilirsin. Huzurun kapısı aralık. O kapı yalnızlık koridorunun sonunda.
Duygulara kendini kaptırmak mantığı iptal eder. Özgür ve berrak bir zihne sahip olmak duygusallıkla olacak iş değildir. “Başkasının benimle ilgili görüşü, benim kendimle ilgili görüşümü değiştirmez, değiştirmemeli. Benim değerimi başkalarının bakışı belirleyemez.” Kitlelerin gözü kördür. Kitleler görmez, sürüklenir ve sürükler.
“Hepimiz kaçınılmaz bir mutsuzlukla yaşamak zorundayız. Kötümserlik, gerçekçiliktir.” Ortalama insanın reddedeceği bir saptama. “Hepimiz” ifadesi mutlak genellemecilik olmuyor mu? Yine de “kötümserlik, gerçekçiliktir” ifadesini sevdim. Mutlu kaç kişi var? İdare mi ediyorsun/ediliyorsun yoksa gerçekten mutlu bir yaşam mı sürüyorsun? Mutluluk, beklentilerine göre bir yaşam ve kişilerden mi kaynaklanır yoksa iç barışından ve zihinsel zenginlikten mi? Bu soru da burada dursun.
Gençliğimizdeki neşe ve iyimserlik hali yaşamın zirvesine çıkıp, “zirvenin ötesindeki ölümü görememe durumu”ndan kaynaklanır.  “I know what is to be young but you don’t know what is to be old.” Evet “ben gençliğin ne demek olduğunu biliyorum, ama sen yaşlılığın ne demek olduğunu bilmiyorsun.” “Çünkü zirvenin ötesini görüyorum” diyor bir bakıma Orson Welles. Gençlik ölümsüzlük gibi. Asla akla hayale gelmez bir türlü sonlanacağı. Ancak yaşam acıdır istisna da olsa gençleri de götürür ve ölümü anımsatır. Ama Nietzche “yaşamın ikinci yarısı daha öğreticidir” derken ölümün görünürlüğünün artmasının öğretici olduğundan mı söz ediyor? Sanırım. Nurettin Topçu “insan hata yapıp arınmak için vardır bu alemde” anlamında bir dünya yolculuğu betimlemesi/belirlemesi yapıyor. Zirvenin ötesi göründüğünde hatalar da daha çok görünür oluyor. “Gençliğim eyvah” demeyenler çok yaşayın.
Bizi rahatlatacak olan nedir? “Teleskopun ters tarafından bakma yeteneğimiz varsa” yaşamı ve dünyayı görülmesi gerektiği gibi göreceğiz. Kısacık, geçici, kayıp giden ve elimizde olmayan bir ömrü sonsuz zannetme hastalığından bizi kurtaracak olan nedir? Schopenhauer: “Sonsuzun penceresinden bakmak (sub specie aeternitatis)” dünyayı ve yaşamı ebediyet (sonsuzluk) bakış açısıyla ele almaktır. İnsandan ve toplumdan uzaklaşarak insanı ve toplumu daha iyi anlayabilirsin.” Çıkın bir dağın başına ve şehre bakın. Nasıl bir makinedir şehir? İçinde yaşayanlar ne yapıyor? Zaman zaman bunu denemek gerekir. “Felsefe yüksek bir dağ yoludur. Yukarı çıktıkça ıssızlaşırsın ve bilincin açılır.” Bu öneriler onları algılayabilenlere hitap ediyor elbette.
“Ne zaman insanların arasında katılsam, daha az insan olarak geri dönüyorum.” Çok kişiden benzer ifadeler çokça işitilir. “Az insan çok huzur” gibi günlük dilde de yaygınlaştığı türden. Bu yüzden Erich Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü tam da bunu anlatıyor. “Benlik taşıyan” ve özellikle de “hırslarla hasta” olan insanların ne kadarı iyidir? Yaşam boyunca kaç “insana” rastlanabilir? Adamın biri vitrinleri izlerken vitrinlerin birinde bir papağan görür. “Ne güzel kuşmuş” falan diye saf saf söylenirken, papağan “ne bakıyorsun be” diye çıkışır. Adam “Afedersin hemşerim, seni kuş sandım” der ve oradan uzaklaşır. Fıkralar da gerçeklerden türetilir ya. Artık diyebiliriz veya çoktan demişizdir: “Afedersin hemşerim seni insan sandım/sanmıştım.” Yanılgı yanılgı büyürüz. Yasa bu.
Herkese hatta çoğumuza uymaz bu felsefe. “Benim şarkım uymaz öyle her saza” diyen şair de bunu diyordu. Hayatın dışında kalmak, dünyaya dair hırslardan vaz geçmek hatta dünyadan hiçbir şey istememek en büyük mutluluk kaynağı mı? Dalaverecilerin oyuncağı ve soytarıların maskarası olmak istemeyenler için ilk kural, bu iki yüzlüler dünyasından uzak durmak. Sükûnet ağacında huzur meyveleri yetişir. İnsanlara çok yaklaşırsan tiksinti verici hallerine daha çok muhatap olursun. O halde “kirpi dersini” unutma, fazla yaklaşma ki dikenleri batmasın.
Sevdiğimiz, ruhumuzla sevdiğimiz insanların az ve öz olması daha iyidir. Çoklu bağlar çoklu sorunlar üretir. Sefil ve bedbaht çoktur toplumda. Ve elbette sınırlı zekalılar da. Bazı insanlarla kurulan bütün bağlar kirlenmeyle sonuçlanır. “Daha iyi olan az sayıda insan vardır. Bunlara saygı duyulmalı.” Sevgide ve nefrette azami kontrol iyidir. Aşırılıkların hasarı büyük oluyor. “Güvensizlik, güven içinde olmanın temelidir.” Hiç kimse sonuna kadar güvenilir değildir. “Dikensiz gül yoktur ama gülsüz pek çok diken vardır.” Schopenhauer “Bu yazıları kalabalıklar için yazmadım. Nadir sayıda olan düşünebilen insanlar için yazdım ve onlara saygı duyuyorum” derken çok mu tepeden bakıyordu insanlığın sefil durumuna?
İşte burada ölüm ve sonrası hakkında bir değerlendirmeye de yer vermek gerekiyor: Ölümden sonra doğumdan önceki hale döneceğiz. İnsan binlerce yıllık varolmayıştan sonra birden bire var olur. Ölümden sonra da yine eski haline döner. “Yoktun var oldun, yine yok olacaksın” mı? Yoksa Sokrates’in ve elbette dinlerin dediği gibi farklı bir yaşam mı bekliyor burada bizzat hazırladığımız? Herkes yaşadığının ve yaşattıklarının meyvelerini (iyi veya kötü) yiyecek ölümden sonra. Mevlâna’nın şu dizelerine bir bakalım: “Maden iken öldüm, bitki oldum/ bitki iken öldüm, hayvana dönüştüm/ hayvan olarak öldüm, insan oldum./ Öldüğümde yok olmayacağıma göre, neden korkayım?/ İnsan gibi ölünce, melek olacağım/ Ve meleklikten vazgeçip/ hiç bir aklın ermediği o şey olacağım/ ...Hiç şüphesiz biz O’nunuz ve O’na döneriz.” Mevlâna’nın gözlemi böyleyken, Hegel, “çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kaybolması gereklidir; demek ki var olmanın gerçeği, hem çiçek hem meyva olmaktır” demektedir, “Ölüm, hem yok oluşu, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.” Hemen Steve Jobs’u da anımsayalım: “Ölüm insan için en büyük icattır” demişti. Jobs’un şu ünlü “mezuniyet konuşması” çok etkileyici. O da etkiledi ve gitti nihayetinde. Bu değerlendirmelerde elbette ölmeye teşvik yok. Ölümün yaşamın doğal ve yararlı bir yanı olduğunu açıklama çabası var.
“Hayatın ikinci yarısı daha öğreticidir. Keşke ikinci yarıda değil de ilk yarıda öğrenebilse insan öğrenmesi gerekenleri. Bilgi sınırlıdır, yalnızca aptallık sınırsızdır.” Nietzche ve Einstein öğrenme, bilgi ve aptallık üzerine bu değerlendirmeleri yaparken insan aklının ve çok bilmişliğinin trajedisine de dikkat çekiyorlar. Çok bilmiş sıradanlıklarla kuşatılmış yaşamlarımız. İşte bu yüzden Heidegger’in dediğini kaç kişi yapabilir/yapabildi: “Hayatın sıradanlığına düşmekten kaçınılmalıdır.” Kalplere dokunamayan, zihinsel ve duygusal zenginleşmeyi sağlayamayan, yara saramayan, “biriktirme hastalığıyla geçen” yaşamlar sıradan değil de nedir?
Yaşamın anlamı zihinsel üretkenliktedir. Bu üretkenliği engelleyen her şeyden kaçmak gerekir. “Dünyayı gerçekliğiyle değil, kişiselleştirerek algılarız. Mutlak gerçekliği asla öğrenemeyiz” diyor Kant.
Hırslarınıza sırtınızı dönün. Çünkü, hırslar ve istekler bitmez. Hırslarının kölesi olursan yaşam büyük bir işkenceye dönüşür. Başarmak iyidir, hırs kötüdür.
Dahilerin yaşamı tek kişilik bir dram: Yalnızlık
Kalbinizi sakinleştirmeniz zihninizi tuzaklardan korur. Duygusallık aklın gözünü kör eder.
Bir kedi okşanırsa mırlar, insanlar da takdir edilmelidir. Asgari huzurun ön koşulu teşekkür etmek ve takdir etmek. Tersinden de düşünülebilir: Teşekkür ve takdir edilmek. “Marifet iltifata tabidir” sözünün sırrı da budur. Emek ve yabancılaşma ilişkisini de açıklayan bir değerlendirmedir bu. Emeğinin ve çabalarının karşılığını alamazsan kendine, çevrene, topluma ve toplumsal yapıya yabancılaşırsın.
“İnsan bütün yaşamını kendisini mutlu edeceğiniz sandığı şeyin peşinde geçirir. Amacına nadiren ulaşır. Ulaşsa da çoğunlukla düş kırıklığı yaşar.” 
Nasıl bir yaşam bu bizimki? Durup düşünüyor muyuz? Mezar taşımızda ne yazacak?
Sonnot: Yaşamak güzeldir (Life is beatiful). Var olmanın dayanılmaz güzelliğini yaşam boyu anlamlandırabilme çabaları değerlidir. En iyisi şairlerden esintilerle bitirelim. “Yaşamak umutlu bir iştir.” Umudu hep canlı tutmak gerekir. Her şey yoluna girer. “Yeter ki gün eksilmesin penceremizden.”  

https://www.imdb.com/title/tt0118799/