Oldukça soğuk bir konu ölüm.
Buz
gibi.
Her gün, her saat, her dakika başkaları/ötekiler ölüyor, izliyoruz.
Ama mutlak
bir biçimde her canlının karşılaşacağı bir durum ölüm.
Yaşam ve ölüm.
Bizim
dışımızda gelişen durumlar.
Ne dünyaya gelmeyi istedik, ne de ölmeyi.
Doğuyoruz,
bizim irademiz ve isteğimiz dışında olan bir şey. Ölüyoruz, yine bizim
irademizin dışında.
Doğumla ölüm arasında da bir kısmımız yaşıyor, bir kısmımız
da yaşıyormuş gibi yapıyor.
Asaf Halet “Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden
yaşayalım Mara, günü ve saatleri ne yapacaksın” diyor. Ama gel gör ki
düşünmeden yaşayamıyoruz. Zira akıl gibi bir donanım az veya çok herkeste var
ve düşünebilenleri rahat bırakmıyor. Ha bir de “gün ve saatler” var, bizi
eskiten, yıpratan. Belki de gelişmemizi ve olgunlaşmamızı sağlayan. Elbette
tavır alışlarımız, hayal gücümüz ve zihinsel donanımlarımıza göre değişmekle
birlikte yenilenmemize neden olan aynı zamanda. Yahya Kemal’in çok güzel ifade
ettiği gibi “insan hayal ettiği müddetçe yaşar.” Cemil Meriç’in “Bana hakikati
değil, muradını ver” sözü de insanları düşünmeye ve hayal etmeye zorlayan bir
mesaj içerdiği gibi, hayal edebilmenin hakikat’ten daha önemli olduğunu
anlatıyor. O halde insanı yaşatan hep “gelecekteki
hayalleri/beklentileri/umutları”
olabilir mi? Çoğunlukla evet! Bazen de çaresizlik! Ötenazi isteyenler neden ister
bunu mesela?
“Bir kitap okudum hayatım değişti”
diyordu bir yazar. Bir kitap, hatta bir cümle hayatı değiştirir mi? Bir kitapta
bir cümle. Bir çığlık. Kitaplarda saklanan, kitaplardan yükselen… Okuyunca,
okuduklarında olmadık düşüncelere rastlarsın. Tarihin tozlu raflarından ya da
günün en çok satanlarından bir kitap da olur, bir makale de. Fark etmez. Yeter
ki oku!... Okuyunca düşünürsün. Düşündüğünde ise ya için huzur dolar veya azap.
Her hâlükârda kazançlısın. Azaptan huzura yol var çünkü. Mesela. Nurettin
Topçu’nun iç yakan bir cümlesini hiç unutamıyorum. “Var Olmak” isimli
kitabından bu cümle. “Servet, hırslar, muvaffakiyetler (zaferler), bu da ne?
Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak. Bir
menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın
tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor.” Çöz
çözebilirsen. “Varlığı darlığa
düşürmek…” de ne? “İhtiraslarının
dürbünü ile yaşama ve yaşayanlara bakanlar” ne tür çıkarımlar yapar?
Bilemiyorum.
O halde? Evet, o halde bu tuhaf
yaşam yolculuğun sırrı ne? “Varlığı darlığa düşürmeden” nasıl yaşanır? Bu
yazının asıl esin kaynağı Arthur Shopenhauer ve hakkındaki yorum ve yazılar.
Fakat yazıya başlayınca esin kaynakları çeşitleniyor. Shopenhauer’un dünyaya,
var olmaya ve ölüme bakışı sarsıcı. Dünyanın en anlaşılmazlarından biri. Berbat
bir aile ortamında büyüyen; ızdırap içinde yaşayıp, yalnız ölenlerden biri.
“Kafanı eğ! Yaşamın zarif yasalarına ve sırlarına şapkanla selam ver ve yaşama
işine devam et” anlayışı kadercilik mi? Bu kadar kötü bir dünyada ve kötü
hemcinslerimizle nasıl bir yaşama yolu seçmeliyiz? Öyle ya Habil ve Kabil’in
devamı değil miyiz hepimiz, her zaman ve insanlık tarihinin bütün evrelerinde. Kardeş
kavgasıyla başlamış yaşam. O yüzden ve aslında bazı şeylere hiç kafa yormaya
gerek de yok. Ancak, “yaşama işine devam” konusunda insanların müşkülatı çok.
Müşkülatı (zorlukları) aşmanın yolu yaşamın yasalarına teslim olmak ve
bulabileceğin azami huzurla yaşamak. Öyle diyorlar.
Bazılarımız için yaşam “İnleten, acı
veren, düş kırıklığı yaratan bir sonla” bitebilir. “Görkemli yaşamlarımızın
daha fazla.. daha fazla birşeyleri hak ettiğini düşünerek, ama neyi hak
ettiğini bilmeden” bitebilir. “Bilmek” herkese göre bir armağan değil. Yaşamımızın
nasıl biteceğini belirleme iradesi var mı? İyi bir sonla mı, kötü bir sonlamı
sonlanacak bu yolculuk? Marx’ın “iş dini, miktar ideolojisi” dediği kapitalist
bir yaşamın kurbanları için artık iyilikle kötülük de yer değiştirmedi mi? Aman
neyse, burayı da biraz dağınık bırakalım.
Elbette yaşam, “verili/belirlenmiş
bir süre”den oluşuyor. Bilmiyoruz, ne zaman “the end” yazacak filmimizin
sonunda. O halde, kolay pes etmemek gerekir her türlü zorluğun karşısında ve “kapanış
saatinden önce de çıkışa yönelmemek” gerekir. Bir çeşit “asla pes etme” (never
give up) durumu. “Kaderini sev, yaşamını seç.” (Yaşamını kaç kişi seçebiliyor,
o da ayrı bir sorun ya.) Seçemesen bile, bulunduğun koşullarda “insan kalmaya
bak ve asaletinin heykelini dik”. Bakın yine kadercilik. Bu kez Nietsche’den: “Öyle yaşa ki, aynı hayatı sonsuza kadar
yaşasan da pişman olma.” Oldukça zorlayıcı bir istek. Kaç insanın başarısı
olabilir ki böyle bir yaşam? Peki böyle bir yaşamı başardık diyelim. Yaşamın
amacı ne? Herkesin cevabı farklı. Bu olabilir mi: “Olgunluğunu, bilgini,
birikimini paylaş.” Tamam çok güzel. “Ben yerine biz” mi? Bencillik yerine
dayanışma ve yardımlaşma mı? Öyle olmalı, değil mi? Erdemli olan bu. “Dayanışma
ve yardımlaşma” ve hatta “empati” üzerine kurulu bir yaşam. Ama fakat lakin..
hangi sözcükle başlarsanız başlayın: Şimdi artık herşey parayla değil mi? Erdem
de parayla, insan da, insanlık da. Ne acı!
Umutsuz olmamak lazım. “Bazı
çiçeklerin geç açtığını hepimiz biliriz.” Romalı Lucretius bu tanımlamayı niye
yaptı ki: “Bütün meyvelerin aynı anda olduğunu zannedenler, üzümlerin geç
olgunlaştığını bilmiyorlar” diyordu Lucretius. O halde düşünebilenler “bazen
şimdiye kadar ki yaşamlarının bir özetini çıkarmalıdırlar.” Yaşam seni nereden
aldı nereye getirdi ve nereye götürüyor? Belki bir olgunlaşma yolu açılır, kim
bilir! Olgunlaşma/olma yönünde şanslı ve istekli bireyler önemli ilerlemeler
elde ediyorlar da, toplumlar ve coğrafyalar çuvallıyor. Tekrar Cemil Meriç’e
saygıyla: “Kalkınma, coğrafyanın insanlaşmasıdır.”
İnsanın amacı yeryüzünde mutlu
olmak mıdır? Böyle de soru olur mu? Olur. Epikürcülere göre öyleydi. İnsanlık
tarihi boyunca bu konuda insanlar ortak bir kanıya varabilmiş mi, hayır! Ve
bedbaht bir hayat yaşayan Shopenhauer: “Mutlu bir yaşam olanaksızdır. İnsanın
başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.” Sanırım bu kahramanca
yaşam da içsel barışı sağlamak, kendisiyle barışık olmak, “bulduğu
yaşama razı olmak” anlamındadır. Zira kendisiyle barışık insana pek
rastlanmıyor. En büyük kahramanlık bu olsa gerek: Kendisiyle barışık! Kendisiyle
barışık olan, çevresiyle ve doğayla da barışık yaşamak için çok önemli bir iş
başarmış demektir.
Bu içsel barışı sağlamanın yolu
ölümü anlamaktan geçiyor diyor filozoflar, bilgeler, erenler. Aslında
herkes bir biçimde ölümü keşfetme günü (ökg) ya da anlama günü bulmalıdır.
Çılgınca gelebilir ama denenmelidir. Bir düşünce egzersizi gibi. Sonsuza kadar
buradaymışız gibi yaşarız bir bakıma. “Ama öğle değil, yakında bileceksiniz”
diyor kitap. Ölümle tanışmayacak canlı yok. Ölmeyecekmiş gibi kötülüğü meslek
edinerek yaşayanlar da çok. “Ah insanların vakti yok durup ince şeyleri
anlamaya” diyen şair de (Gülten Akın) bunu kast ediyor olabilir. Ölümü anlamak,
yaşamı anlamaktır. Ve hemcinsini, yani ötekini, yani kadınıyla erkeğiyle seni,
beni, onu, yani “insanı” önemli görmek ve değer vermektir. İnsanı yalnızca
“insan” olarak görmektir; her türlü ayrımcılığı reddederek. Ama ah bu nasıl
olacak? “Dünyaya bakışımızın sığlığı ya da derinliği çocukluk çağlarında
oluşur. Daha sonra gittikçe olgunlaşır. Fakat özde aynı kalır.”
Çocukluk çağı çoğu insan için en trajik dönemdir. Bu
trajedinin adı, sevgisizlik. Çocukluğunu yaşayamayanlar... Anne baba arasındaki
ilişkilerin iyileştirdiği ya da ezdiği
kişilikler. “Anne baba arasındaki sevgi çocuğa sevgi olarak yansır. Anne
sevgisinden yoksun büyüyenler, içlerine kapanırlar, temel güven duygusunu
geliştiremezler.” Psikologlar, ruh bilginleri söylüyor bunları. Özgüven,
kendine saygı, ötekine saygı, canlılara saygı, eşyaya saygı.. varlığa saygı… Çocuklukta
temellenen nitelikler. Etrafınıza bakın ya da kendi içinize. İnsanların
arızaları, hoyratlıkları, vicdansızlıkları, haksızlıkları hep bu yaşanmayan
çocukluklardan!...
Çocuklukta ruhunu sevgiyle
besleyemeyenler yaşama yenik başlıyorlar zaten. Çok azı daha sonraki öğrenme
süreçlerinde bu yenilgiyi zafere dönüştürebiliyorlar. Ne demişti Konfüçyüs: “Bilgiye
sahip olarak doğmuş birisi değilim. Yalnızca ÖĞRENMEYİ VE ÖĞRETMEYİ seviyorum.”
İnsan en geç olgunlaşabilen bir canlı. Eğer şanslı biriyse tabii ki. Bilgi
ve bilgiye verilen değer bu çağa gelinceye kadar çok önemli ve saygındı.
Bilginin ve bilgi sahiplerinin (bilgelerin ve bilim insanlarının) saygın bir
değeri vardı. Paha biçilemezdi. Şimdi paha biçiliyor, her şey ve herkes parasıyla
artık. Johann Fichte yoksul ve eğitimsiz bir kaz çobanı idi. Fichte yürüyerek
Varşova’ya gitti, Immanuel Kant’la tanışmak için. Bu yürüyüş iki ay sürdü. Aslında
bu tür davranışlar bizim eski ve yeni coğrafyamızda da çok bilinir. Bilgi ve
ilim sahipleri pek değerliydiler. Anadolumuzun ozanı Yunus ne diyordu? “İlim
ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice
okumaktır.” Tarihimizi aydınlatanlar da önce kendilerini bilmek için bilginin
peşinde coğrafyaları arşınlamışlardır. Gündüz vakti kandille “adam arayanlar”
ne muazzam ve yakıcı mesaj vermişler kendi zamanlarından bizim zamanlarımıza. Bazı
mesajlar insanlık tarihi boyunca eskimez. “Nice insanlar gördüm üstünde elbise
yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” diyen Mevlana ne diyordu? Bilen,
aynı zamanda “adam olan”dır. O halde gündüz vakti adam arayanların yadırganacak
bir tarafı yoktur. Zira Kutadgu Bilig’de de belirtildiği gibi, “Nadir olan
insan değil, insanlıktır.”
Geçelim!
Thomas Mann 26 yaşında
“Buddenbrooklar” adında çok değerli bir kitap yazıyor. Edebiyat dâhisi olarak
tanımlanıyor Mann. “Bu kitabı ölmeye niyetli herkese öneriyorum” diyor. “Ölmeye
niyetli” derken elbette herkesin “ölümlü” olduğunu hatırlatan bir ifade. Ölüme
teşvik değil. “Hayat adlı bu zalim alaycı şey” zaten elimizden çıkmayacak mı? O
halde ölmeye niyetli olmaya gerek yok, hepimizi bekleyen mutlak son orası
zaten. Kimsenin niyetine, umutlarına, hayallerine, düşlerine, beklentilerine
bakmaz ölüm. Yaşamı sonsuz zanneden şark uyanıkları ölümü de öldürecekleri
sanrısına kapılabilirler. Ancak, ölüm her yaşayanın uğrayacağı mutlak durak. Bazı
durumları ne güzel ifade etmiş Atilla İlhan: “Olmaz, gerçek olamaz bu
yaşadığımız, ya sanrı ya sanrıya çok yakın bir şey.” Oysa, sanrı
zannettiklerimiz gerçeğin ta kendisi olabiliyor.
Arthur Shopenhauer Thomas Mann,
Tolstoy ve Nietzche gibi düşünür ve yazarları çok etkiliyor. Nietzche O’nun
için “dinamik ve kederli bir dahi” nitelemesinde bulunuyor. Ah keder! Ne çok
yağıyorsun yer yüzüne bazı zamanlar. Kederle dost olan kaderle de sağlam
dostluklar kuruyor.
Türlü türlü insanlar geliyor bu
dünyaya ve gidiyor. Kimilerinin mezar taşı oluyor, kimilerinin olmuyor. Peki bu
türlü insanların mezar taşları, yaşam biçimlerine göre yazılsaydı.. mezar
taşında ne yazardı acaba? (Genelde herkes için “iyi şeyler” yazılıyor ama
herkes hak ediyor mu acaba bu iyi şeyleri?) Hani cesetleri koyacakları o küçük
çukurun üstündeki tabelaya! Bir bilge sormuş kendisine tedavi için giden
hastaya: “Alışkanlıklarını/kötülüklerini bırakmıyorsun. Mezar taşın bir
köpeğinki ile aynı olacak: Yaşadı, hırladı ve yine yaşamaya devam etti ve öldü.
Oysa sen bir insan olarak geldin bu dünyaya…”
Ve devam etmiş:
“Peki ölünce mezar taşına ne
yazılmasını istersin? Ahmak, bilge, kahraman, iyiliksever, kibir budalası,
insanların görmek bile istemediği, adı batasıca, şizofren, sadist, mazoşist, kendisini
üç kuruşluk çıkara satan, karaktersiz, iyi bir dost, koca yürekli, müşfik,
vefakâr vs... Veya Halet Efendi için söylenmiş bir sözle şöyle bir mezar taşı
nasıl olurdu: “Ne kendi eyledi rahat, ne kimseye verdi huzur.” “Hayat nedir”
sorusu üzerinde düşünemeyen ölümü nasıl anlasın? Hayatla ilgili bir not daha düşelim Schopenhaur’dan:
“Hayat kalıcı bir çözümü olan geçici bir
durum.” Haydi buyrun dilediğiniz yorumu yapın. Sanırım en çarpıcısı, yaşamın “geçici bir durum” olması. O halde
düşenenlerin ya da düşünebilenlerin bütün çabası bu “geçici durumu”
anlamlandırarak yaşamaya devam etmek midir? En azından “ölünce adım anılsın
iyilikle” diyebilmek midir, düşünebilmek, yaşayabilmek. Veya yaşamın sırlarına
ermek.
İki ayaklı hayvana dönüşen ne
kadar çok insan var. Tarık Buğra “dik sürüngenler” diyordu romanının birinde.
Hayvan dediysem hayvanlar da türlü türlü. Kast edilen olumsuzlamalar bukalemun,
domuz, yarasa, yılan, akrep, çakal, köstebek ve sivrisinek gibilerle ilgili
sanırım. Antropologlara ve kent tarihçilerine göre insanlar birçok şeyi
hayvanları gözlemleyerek öğrenmiş. Ağır
olacak ama hayvan bile olamayan insanlar tarih boyunca çokça insanların arasına
karışmıştır ve karışmaya da devam etmektedir. Hayvanların tamamı
öğreticidir (olumsuz betimlemelere konu olanlar dahil), insanların yaşamlarını
kolaylaştırıcıdırlar da. O halde canlı cansız bütün varlıklar ve bu arada elbette
insan ve bütün hayvanlar yaşam döngüsünün olmazsa olmaz parçaları. Mesela kirpiler.
Bir araya toplandıkları zaman, yakınlığın getireceği sorunlardan sakınmak için dikenlerini
kullanırlar. İnsanlar arası ilişkilerde de “mesafe” çok değerli bir kavram.
Fazla yakınlaşmak zararlıdır. Çünkü, insanlık tarihi ispat etmiştir ki, “insan
insanın kurdudur.” Bunu Thomas Hobbes söyleyince eleştirenler çok. Fakat tarih
ve günümüz bu sözü her an doğruluyor.
Kabil ve Habil olayı da bu durumu anlatmıyor mu?
Tarih boyunca düşünenlerin çoğu
deli muamelesi görmüş sözde akıllılar tarafından. Mesela “İyi yaşamayı öğrenmek için iyi ölmeyi öğrenmek gerek” demiş
Sokrates. Çılgınca bir ifade. İyi ölmek ne demek peki? Ya şuna ne demeli:
“Ondan vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında kimse hayatın gerçek tadını
alamaz.” Hadi, “ondan vazgeçmeye hazır olmak” neyse de “istekli olmak” ne demek?
Seneca’ya bunu söyleten neydi? Bu adamlar ne demek istiyorlar? Yaşam insanların
çoğu için tapınılası bir durum. Ama umulmadık bir anda elden çıkıveriyor. O
halde ölüm korkusuyla mı yaşayacaksın yoksa ölümü kabullenip, “beklenen ve
kaçınılmaz sonu bilerek” mi yaşadığın
anları anlamlandırmayı tercih edeceksin? Olmak ya da olmamak.
Nietzche insan hayvan
karşılaştırmasını şöyle yapıyor: “İnsan ve inek arasındaki fark: İnek geçmiş ve
gelecek kaygısı taşımaz, anı yaşar. İnsan ise talihsizdir. Geçmiş ve geleceğin
baskısı altındadır. Çocukluğun “altın günlerini” neden özlemle anarız? Çünkü,
yaşamın acı yüzüyle henüz tanışmamışızdır.” Hayatı acılaştıranlar kimler?
Hemcinslerimiz, hayatı bir biçimde birlikte yaşadıklarımız. Hadi kestirmeden
söyleyelim, toplum denen büyük makine. “Makine ruhsuzdur. O halde toplum da
ruhsuzdur” şeklinde bir önermeye çok itiraz gelecektir ama üzerinde biraz
düşünmek gerek. Haksız da sayılmaz bu önermeyi geliştirenler.
“Başkalarının istek ve beklentileriyle
meşgul olursun, kendini unutursun.” Bu bir biçimde “başkalarının dertleriyle
dertlenirsen kendi dertlerini unutursun” demek oluyor. Budizmin kurucusu Buda’nın
hikayesinin veya kendini unutmasının böyle başladığını söylerler. Buda,
babasının sarayından ilk kez dışarı çıktığında hayatın dehşet verici yönleriyle
karşılaştı: Hasta bir insan, ayağı çukurda bir yaşlı ve bir ceset. O ana kadar
asla görmediği ve bilmediği “insanlık halleri.” Varoluşun trajik
ve korkunç doğasının keşfi böyle başladı ve dünyadan elini çekip evrensel
kurtuluşu aramaya başladı. Kurtuluşun yolu da, sefil ve bedbaht insanlara
yardım ve ruhlarını eğitmekten geçiyordu. Şems ve Mevlana’nın öyküsü de benzer
şeyleri anlatmıyor mu? Kabalığı, hoyratlığı aşma üzerine kurulu bir yaşam. Şems’in
mesajı: Bana öğretildi. Öğrendiğim emanetleri yüklendim. Bu emanetleri aktarıp
gideceğim dünyanızdan. Ve gitti.
Bir insanın olup olabileceği en
değerli yer neresidir? İnsanı insanlaştıracak, yaşamını anlamlandıracak olan
nedir? “Saygın bir merhamet gemisi olarak, insanları mutlu limanlara taşımak.”
Yeryüzünün her köşesi ve insanlık tarihinin her anı rahatsızlık verici ve acı
olaylarla doludur ve öyle olmaya da devam edecektir. Peki bu acıları nasıl
azaltabilir insan? “Rahatsızlık verici olaylara sonsuzluğun penceresinden baktığınız
zaman acılarınız azalır (sub specie aeternitatis)”. Öyle mi? Evet! Nasıl olacak
bu? İnsanlık denizinde bir damla olduğunuzu düşünerek. Milyarlarca yıllık var
oluş tarihinin birkaç yıllık diliminde “geçici bir yaşamı üstlendiğinizi”
bilerek ve sonsuza kadar dünya denilen gölgelikte yaşamayacağınızı bilerek.
Dünyaya ve içindekilere hiçbir biçimde “olmazsa olmaz” muamelesi yapmayarak.
Çünkü, yaşam güneşi de batıp gidecek. O halde ‘batıp gidenlerin peşine
takılmadan’ bütün tutkulardan, bağlardan.. en iyi ifade edecek sözcükle
“hırslardan” arınmak dünya yolculuğundaki acıları azaltacaktır. “Bağlantıları/bağları
bırakma sanatını öğrenerek acılardan kurtulma.” Daha fazla dinle, daha az
konuş. İyiyi sakla, kötüyü uzaklaştır. Hiçbir şeye bağlanma, bütün bağlarını
kopar. Arzularını kontrol et. Yaşam geçip giden bir gösteridir. Her şey
geçicidir.”
Büyük acılar, daha önemsizlerin
hissedilmesini engeller. Büyük acıların yokluğunda en küçük dertler büyük
sıkıntılara dönüşür. Elbette büyük küçük acıların tamamı insandan uzak olursa
insan huzur bulabilir. Fakat, huzuru yakalamak için de acılardan öğrenilmesi
gerekenleri öğrenebilmek gerekir.
Aslında çağlar boyunca bütün
kültürlerde öğütlenen şudur: “Herkes insanlaşma projesi başlatmalıdır
ve uygulamalıdır.” Zira insan görünümündeki herkes insan değildir. Yanılgıya
düşmemek iyidir de çok yanılgılar yaşarız. “Olabildiğince
az şey dilemek/istemek/beklemek, çok şey öğrenmek istiyorum.” Schopenhauer’un
bu isteği tam dervişçe bir istek. Evet ama artık günümüz insanı ve koşulları
için çılgınca istekler… Eşya yaşamı devam ettirmede bir amaç mı yoksa araç mı?
Eşyanın kölesi olan ne kadar mutlu olabilir ki? “En çoğa sahip olma tutkusu”
insanlığı azaltır mı artırır mı? Soru çok. Cevap arayan da yok ya neyse.
“Hayat acı çekmektir. Acıya
bağlanmalar/beklentiler neden olur (eşyaya, kişilere). Acının panzehiri
arzulardan, bağlardan, benlikten, biriktirme isteğinden vazgeçmektir. İnsan
ruhunu yücelten ve arındıran şey, öğrenmek. Durmadan öğrenmek. Ve huzur…
Yalnız kalmayı denemek gerekir
yaşamın belli dönemlerinde. Bu bir anlamda gece karanlığında düşünce denizinde
demlenmek olarak da görülebilir. Yalnızlık karanlıktır ama aydınlığa çıkarır.
Yalnızken düşünebilirsin. Kalabalıkların gürültüsü düşünmeye izin vermez.
Çünkü, eğer düşünebilirsen “kendini bilme aydınlığı”nın yolunu bulabilirsin. Huzurun
kapısı aralık. O kapı yalnızlık koridorunun sonunda.
Duygulara kendini kaptırmak
mantığı iptal eder. Özgür ve berrak bir zihne sahip olmak duygusallıkla olacak
iş değildir. “Başkasının benimle ilgili görüşü, benim kendimle ilgili görüşümü
değiştirmez, değiştirmemeli. Benim değerimi başkalarının bakışı belirleyemez.” Kitlelerin
gözü kördür. Kitleler görmez, sürüklenir ve sürükler.
“Hepimiz kaçınılmaz bir mutsuzlukla
yaşamak zorundayız. Kötümserlik, gerçekçiliktir.” Ortalama insanın reddedeceği
bir saptama. “Hepimiz” ifadesi mutlak genellemecilik olmuyor mu? Yine de
“kötümserlik, gerçekçiliktir” ifadesini sevdim. Mutlu kaç kişi var? İdare mi
ediyorsun/ediliyorsun yoksa gerçekten mutlu bir yaşam mı sürüyorsun? Mutluluk,
beklentilerine göre bir yaşam ve kişilerden mi kaynaklanır yoksa iç barışından
ve zihinsel zenginlikten mi? Bu soru da burada dursun.
Gençliğimizdeki neşe ve iyimserlik hali yaşamın zirvesine çıkıp, “zirvenin
ötesindeki ölümü görememe durumu”ndan kaynaklanır. “I know what is to be young but you don’t know
what is to be old.” Evet “ben gençliğin ne demek olduğunu biliyorum, ama sen
yaşlılığın ne demek olduğunu bilmiyorsun.” “Çünkü zirvenin ötesini görüyorum”
diyor bir bakıma Orson Welles. Gençlik ölümsüzlük gibi. Asla akla hayale gelmez
bir türlü sonlanacağı. Ancak yaşam acıdır istisna da olsa gençleri de götürür
ve ölümü anımsatır. Ama Nietzche “yaşamın ikinci yarısı daha öğreticidir”
derken ölümün görünürlüğünün artmasının öğretici olduğundan mı söz ediyor?
Sanırım. Nurettin Topçu “insan hata yapıp arınmak için vardır bu alemde”
anlamında bir dünya yolculuğu betimlemesi/belirlemesi yapıyor. Zirvenin ötesi
göründüğünde hatalar da daha çok görünür oluyor. “Gençliğim eyvah” demeyenler
çok yaşayın.
Bizi rahatlatacak olan nedir?
“Teleskopun ters tarafından bakma yeteneğimiz varsa” yaşamı ve dünyayı
görülmesi gerektiği gibi göreceğiz. Kısacık, geçici, kayıp giden ve elimizde
olmayan bir ömrü sonsuz zannetme hastalığından bizi kurtaracak olan nedir? Schopenhauer:
“Sonsuzun penceresinden bakmak (sub specie aeternitatis)” dünyayı ve yaşamı
ebediyet (sonsuzluk) bakış açısıyla ele almaktır. İnsandan ve toplumdan
uzaklaşarak insanı ve toplumu daha iyi anlayabilirsin.” Çıkın bir dağın başına
ve şehre bakın. Nasıl bir makinedir şehir? İçinde yaşayanlar ne yapıyor? Zaman
zaman bunu denemek gerekir. “Felsefe yüksek bir dağ yoludur. Yukarı çıktıkça
ıssızlaşırsın ve bilincin açılır.” Bu öneriler onları algılayabilenlere hitap
ediyor elbette.
“Ne zaman insanların arasında
katılsam, daha az insan olarak geri dönüyorum.” Çok kişiden benzer ifadeler
çokça işitilir. “Az insan çok huzur” gibi günlük dilde de yaygınlaştığı türden.
Bu yüzden Erich Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana
yabancı değildir” sözü tam da bunu anlatıyor. “Benlik taşıyan” ve özellikle de
“hırslarla hasta” olan insanların ne kadarı iyidir? Yaşam boyunca kaç “insana”
rastlanabilir? Adamın biri vitrinleri izlerken vitrinlerin birinde bir papağan
görür. “Ne güzel kuşmuş” falan diye saf saf söylenirken, papağan “ne bakıyorsun
be” diye çıkışır. Adam “Afedersin hemşerim, seni kuş sandım” der ve oradan
uzaklaşır. Fıkralar da gerçeklerden türetilir ya. Artık diyebiliriz veya çoktan
demişizdir: “Afedersin hemşerim seni insan sandım/sanmıştım.” Yanılgı yanılgı
büyürüz. Yasa bu.
Herkese hatta çoğumuza uymaz bu
felsefe. “Benim şarkım uymaz öyle her saza” diyen şair de bunu diyordu. Hayatın
dışında kalmak, dünyaya dair hırslardan vaz geçmek hatta dünyadan hiçbir şey
istememek en büyük mutluluk kaynağı mı? Dalaverecilerin oyuncağı ve
soytarıların maskarası olmak istemeyenler için ilk kural, bu iki yüzlüler
dünyasından uzak durmak. Sükûnet ağacında huzur meyveleri yetişir. İnsanlara
çok yaklaşırsan tiksinti verici hallerine daha çok muhatap olursun. O halde
“kirpi dersini” unutma, fazla yaklaşma ki dikenleri batmasın.
Sevdiğimiz, ruhumuzla sevdiğimiz
insanların az ve öz olması daha iyidir. Çoklu bağlar çoklu sorunlar üretir. Sefil
ve bedbaht çoktur toplumda. Ve elbette sınırlı zekalılar da. Bazı insanlarla
kurulan bütün bağlar kirlenmeyle sonuçlanır. “Daha iyi olan az sayıda insan
vardır. Bunlara saygı duyulmalı.” Sevgide ve nefrette azami kontrol iyidir.
Aşırılıkların hasarı büyük oluyor. “Güvensizlik, güven içinde olmanın
temelidir.” Hiç kimse sonuna kadar güvenilir değildir. “Dikensiz gül yoktur ama
gülsüz pek çok diken vardır.” Schopenhauer “Bu yazıları kalabalıklar için
yazmadım. Nadir sayıda olan düşünebilen insanlar için yazdım ve onlara saygı
duyuyorum” derken çok mu tepeden bakıyordu insanlığın sefil durumuna?
İşte burada ölüm ve sonrası
hakkında bir değerlendirmeye de yer vermek gerekiyor: Ölümden sonra doğumdan
önceki hale döneceğiz. İnsan binlerce yıllık varolmayıştan sonra birden bire
var olur. Ölümden sonra da yine eski haline döner. “Yoktun var oldun, yine yok
olacaksın” mı? Yoksa Sokrates’in ve elbette dinlerin dediği gibi farklı bir
yaşam mı bekliyor burada bizzat hazırladığımız? Herkes yaşadığının ve
yaşattıklarının meyvelerini (iyi veya kötü) yiyecek ölümden sonra. Mevlâna’nın şu dizelerine bir bakalım: “Maden iken öldüm, bitki oldum/
bitki iken öldüm, hayvana dönüştüm/ hayvan olarak öldüm, insan oldum./ Öldüğümde
yok olmayacağıma göre, neden korkayım?/ İnsan gibi ölünce, melek olacağım/ Ve
meleklikten vazgeçip/ hiç bir aklın ermediği o şey olacağım/ ...Hiç şüphesiz
biz O’nunuz ve O’na döneriz.” Mevlâna’nın gözlemi böyleyken, Hegel, “çiçek,
meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de,
çiçeğin ortadan kaybolması gereklidir; demek ki var olmanın gerçeği, hem çiçek
hem meyva olmaktır” demektedir, “Ölüm, hem yok oluşu, hem yeniden doğuşu
sağlayan koşuldur.” Hemen Steve Jobs’u da anımsayalım: “Ölüm insan için en
büyük icattır” demişti. Jobs’un şu ünlü “mezuniyet konuşması” çok etkileyici. O
da etkiledi ve gitti nihayetinde. Bu değerlendirmelerde elbette ölmeye teşvik
yok. Ölümün yaşamın doğal ve yararlı bir yanı olduğunu açıklama çabası var.
“Hayatın ikinci yarısı daha
öğreticidir. Keşke ikinci yarıda değil de ilk yarıda öğrenebilse insan
öğrenmesi gerekenleri. Bilgi sınırlıdır, yalnızca aptallık sınırsızdır.” Nietzche
ve Einstein öğrenme, bilgi ve aptallık üzerine bu değerlendirmeleri yaparken
insan aklının ve çok bilmişliğinin trajedisine de dikkat çekiyorlar. Çok bilmiş
sıradanlıklarla kuşatılmış yaşamlarımız. İşte bu yüzden Heidegger’in dediğini
kaç kişi yapabilir/yapabildi: “Hayatın
sıradanlığına düşmekten kaçınılmalıdır.” Kalplere dokunamayan, zihinsel ve
duygusal zenginleşmeyi sağlayamayan, yara saramayan, “biriktirme hastalığıyla
geçen” yaşamlar sıradan değil de nedir?
Yaşamın anlamı zihinsel
üretkenliktedir. Bu üretkenliği engelleyen her şeyden kaçmak gerekir. “Dünyayı
gerçekliğiyle değil, kişiselleştirerek algılarız. Mutlak gerçekliği asla
öğrenemeyiz” diyor Kant.
Hırslarınıza sırtınızı dönün.
Çünkü, hırslar ve istekler bitmez. Hırslarının kölesi olursan yaşam büyük bir
işkenceye dönüşür. Başarmak iyidir, hırs kötüdür.
Dahilerin yaşamı tek kişilik bir
dram: Yalnızlık
Kalbinizi sakinleştirmeniz
zihninizi tuzaklardan korur. Duygusallık aklın gözünü kör eder.
Bir kedi okşanırsa mırlar,
insanlar da takdir edilmelidir. Asgari huzurun ön koşulu teşekkür etmek ve
takdir etmek. Tersinden de düşünülebilir: Teşekkür ve takdir edilmek. “Marifet
iltifata tabidir” sözünün sırrı da budur. Emek ve yabancılaşma ilişkisini de
açıklayan bir değerlendirmedir bu. Emeğinin ve çabalarının karşılığını
alamazsan kendine, çevrene, topluma ve toplumsal yapıya yabancılaşırsın.
“İnsan bütün yaşamını kendisini
mutlu edeceğiniz sandığı şeyin peşinde geçirir. Amacına nadiren ulaşır. Ulaşsa
da çoğunlukla düş kırıklığı yaşar.”
Nasıl bir yaşam bu bizimki? Durup
düşünüyor muyuz? Mezar taşımızda ne yazacak?
Sonnot: Yaşamak güzeldir (Life is beatiful). Var olmanın dayanılmaz güzelliğini yaşam boyu
anlamlandırabilme çabaları değerlidir. En iyisi şairlerden esintilerle
bitirelim. “Yaşamak umutlu bir iştir.” Umudu hep canlı tutmak gerekir. Her şey
yoluna girer. “Yeter ki gün eksilmesin penceremizden.”
https://www.imdb.com/title/tt0118799/