30 Ağustos 2020 Pazar

Vatan ve Yaşamak Üzerine

"Millilik Akımı" yazarı Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-1927) Çağlayanlar'da, "çile çekmeyen varlığını duyamaz" diyor; vatan, millet ve karakter analizleri yapıyor.

Çile yoksa, kendi kendinin varlığını bile hissedemezsin.

Çile çekmeyen, düşünemez, sorgulayamaz, anlayamaz; bir robottur o!

Bireyin çilesi, vatanın çilesi, insanlığın çilesi farklı düzeylerde ve farklı kategorilerde değerlendirilebilir. İnsan ve insanlık her düzeyde ve farklı tonlarda çilelere muhatap olmaktan kurtulamıyor.

Vatan kavramı, günlük dilde çok kullanılıyor. Neredeyse herkesin vatandan anladığı farklı bir içerik...

Nedir vatan?

Sadece "uğrunda ölünen" mi?

Hep ölünür mü vatan için?

Yoksa, vatan için "yaşamak" da var mı, "vatanseverlik seçenekleri" arasında?

Tarihiyle, değer yargılarıyla ve milletiyle özdeşleşmiş olan insan, vatanına, yurduna, değerlerine saldırıldığında elbette ölümüne mücadele edecek ve bu uğurda can vermekten kaçınmayacaktır.

Vatan için ölmeye her zaman eyvallah da, yaşamaya neden yokuz, neden alkış tutmuyoruz yaşama; neden yaşamı yüceltmiyoruz? 

"İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" söylemi neden içselleştirilemiyor? 

Nekrofilik olmak yerine biyofilik olmak konusunda neden bir duyarlılık geliştirilemiyor?

Her koşulda "fikri hür, vicdanı hür" yaşayabilmek de vatanseverliğin en önemli göstergelerindendir. Çünkü vatan "çalışkan insanların omuzlarında yükseldiği gibi", "fikri hür ve vicdanı hür nesillerle" de bir millet olma kültürüyle ve bilinciyle de yükselir.

"Yurtta barış, dünyada barış" ilkesi "yaşatmaya" odaklıdır; vatanın ve vatandaşların selameti ve geleceği için çok anlamlıdır. 

"Savaşmaya hazır ol, eğer istersen sulhu salah" ilkesi de yaşamsal önemdedir. Vatanı savunacak her türlü güç hazır bulunacaktır ki, yurtta ve dünyada barış içinde yaşama olanağı da olsun.

***

Ama her durumda, "yaşama" ve "adaletle yaşatma" vatanseverliğin vazgeçilmez amacı olmalıdır.

"Senin için ben ağlarım, benim için kim ağlasın" durumu yok mu hep?

Hayat, adı üzerinde yaşamak ve canlı kalmak işi neden çok da önemsenmiyor ki bazı coğrafyalarda?

Hep "ağlamak" durumu, toplumlara saadet getirir mi, getirmiş midir?

Oktavio Paz, Yalnızlık Dolambacı'nda "ölüm"ün bazı coğrafyalarda şenlik vesilesi olduğunu yazıyordu. Meksika gibi toplumlarda hayat ve ölüm beraber anılırmış ve ölüme hüzün yüklenmezmiş...

***

Fuzuli;

"Zar gönlüm tende zindanı bela tutsağıdır/ 

Rahm kıl devletli sultanım mürüvvet çağıdır" demiş sevgiliye.

Çile ve bela tutsağıyım "ten/beden zindanında" ama bir anlamda "ben buna alışığım fakat merhamet eyle cömertlik zamanıdır" da diyor.

Zorluklar ne kadar sarmalasa da yaşamları, toplumsal bir iyilikle sıkıntılar ve zorluklar aşılmalı değil midir?

Her birey, toplumsal bütünlük ve süreklilik için "önemli ve değerli" kılınmalı değil midir?

Özellikle bizim coğrafyamız "hakikati örtmek, saklamak" konusunda pek mahirdir. 

Çile ve sıkıntıları, "saadet, ferahlık, zenginlik" gibi göstermede oldukça yetenekliyizdir.

***

Şair Nedim; 

"Gülüm şöyle, gülüm böyle! demektir yare mutadım/

Severim canım seni ey gül! ki canana hitabımsın." demiş.

Biz millet olarak vatana böyle sevdalıyız. Fakat nedense, vatanı vatan yapanların; vatan coğrafyasının sakinlerinin huzur, barış, adalet, hukuk ve refah kavramlarıyla birlikte yaşaması üzerinde hiç düşünmeyiz! Hele son zamanlarda bütün toplumsal erdemlerin ve birikimlerin bireysel çıkarlarla yer değiştirdiği gibi bir kanaat da yaygınlaşıyor. Bir anlamda çoraklaşıyor bütün erdem coğrafyaları....

Aslında vatanı vatan yapan, üzerinde yaşayanların adaletle, huzurla ve hukukla "yaşatılma iradesi"dir. İşte o zaman "vatana" bir sevgili gibi seslenmek de anlamını bulabilir.

***

Ahmet Hikmet, buradan yola çıkarak Kurtuluş Savaşı sonrası için diyor ki;

"Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz; lâkin mühim, müfid (faydalı) bir kitaptır."

"Bu vatanda her şehide bir taş dikilseydi, memleketimiz baştan başa bir kabristan olurdu..." Evet, çok öldük bu vatan için... Tarihimiz bir "var olma ve ayakta kalma mücadeleleri" tarihidir.

"Bu Türk tufanı, bu feyiz tufanı insanlık için rahmetti" diyor yazar. Evet, doğrudur öyle olduğumuz zamanlar çoktu tarihte. Birçok ırkın, dinin ve kültürün huzur içinde bir arada yaşayabildiği dönemlerimiz oldu.

Ancak, Cahit Sıtkı'nın dediği gibi "Zamanla nasıl değişiyor insan, hangi resmime baksam ben değilim" durumlarını da görmemezlik etmeyelim. 

Toplum da, neredeyse her on yılda bir hangi resmine baksa "ben değilim" diyor. Hep gidenlerin, öncekilerin, eski zamanların özlemiyle geçiyor toplumsal zamanlar... 

Bir anlamda yaşadığımız tarih de böyle akıp gidiyor...

Adalet duygusunun yitirildiği, yardımlaşma ve anlama erdemlerinin günlük kaygılara/beklentilere kurban edildiği dönemlerimiz de çok oldu.

"Bir zamanların mukallitleri (taklitçileri), sonra muhakkik (gerçeği arayan)" olurlar diyor Ahmet Hikmet. Ama gerçekten öyle mi oluyor?

Yoksa taklitçilik de "coğrafyanın kaderi" haline mi geliyor?

Gogol'un "Ölü Canlar" romanındaki Çiçikov gibi sahtekârlardan muhakkik de olmaz, mütefekkir (düşünür) de... Çiçikov'ların olmadığı bir dünyayı başarmak için insanlık tarihi büyük mücadelelerle doludur. Ancak, ne yazık ki bu mücadelede Çiçikovlar hiç eksik olmamıştır ve başarı da elde etmişlerdir.  

***

" Lisanın (dilin, sözün) ömrü, insanın ömründen uzundur." 

"Ebedi olmayan elem (acı), felaket değildir. Neşe, gözlerin çiçeğidir."

"Benim fikrimle mütefekkir (düşünen), benim emellerimle (amaçlarımla) emeldâr (yaşayan)" kimse olmasa da; ideallerinle yaşıyorsan "fikrinde muannit (kararlı), muhabbette muannit, muharebede (mücadelede) muannit olmaya devam etmek zorundasındır.

Vatan için, sevdiklerin için, kendi özge canın için çekmen gereken çilenin ilkeleridir bunlar.

Umutsuzluk, düşünce çilesi çekenlere haramdır!

(Ahmet Hikmet Müftüoğlu'na rahmetle ve saygıyla. Tırnak içi alıntıların ve şiirlerin tamamı Çağlayanlar kitabındandır...)