29 Mayıs 2021 Cumartesi

Etik İnsanın Yenilgisi

 

Neye sahip olmak istiyoruz?

Nedir içinden (sadece) geçip gittiğimiz ve kalıcı olamayacağımız bu dünyadaki amacımız?

Mevlana diyor ki, “Her kuşun yiyeceği kendi büyüklüğüncedir.” 

O halde sahip olmak istediğimiz "fazlalıklar" büyüklüğümüzü aşarken, bu aşırılıklar nereye götürecek hepimizi?...

Uruguay’ın Jose Mujica’sının dediği gibi, “Hep bir şeyler satın almak için zamanımızı harcıyoruz. Oysa hayatı satın alamayız. Hayatımızı harcıyoruz. Özgürlüğü, aklı, düşünceyi, kültürü… kısacası ruhumuza huzur veren değerleri önemsemiyoruz…” 

Kimimiz de, "değerlerden bile" habersiziz...

Biriktirmek ve tüketmek için zamanını, sağlığını ve enerjini harca! 

Ama hiç yaşamadan geç git bu dünyadan.

Yaşam bu olmamalı! Bu engebeli yaşam yolculuğunu anlamak ve anlamlandırmak için ne yapıyoruz?

Hiç!

Bir yolculuktayız:

“Rüzgâr,
yıldızlar ve su.

Bir Afrika rüyasının uykusu

düşmüş dalgalara.

Işıltılı, kara

bir yelken gibi ince

direğinde geminin. 

Geçmekteyiz içinden

bir sayısız

bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin” diyor Nazım Hikmet

 

Nedir peşinde olduğumuz? Bilginin, bilimin zirvede olduğu bir çağda insanı mutlu edecek olan nedir? Teknolojik zehirlenme (bilgi zehirlenmesi de denebilir) insanları düşünemez hale getirmişken, düşünceye nasıl kapı aralayacağız ve bahtsız kalabalıklar içinde kendimizi nasıl bulacağız? 

Esas olan nedir? İkincil önemdekiler nelerdir şu yaşamda?  

“Aşk imiş her ne var ise âlemde (evrende), ilim bir kiyl-ü kâl (kuru bir dedikodu) imiş ancak” demiş Fuzuli. Sevginin ulaşamadığı beton yüreklere aşk, merhamet, yardımlaşma, vicdan, empati nasıl anlatılabilir? İnsanlık her devirde karanlığı ve aydınlığı birlikte yaşadı. Bazı devirler diğerlerinden daha aydınlık, bazıları ise daha karanlıktı… 

Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”ndeki gibi “en iyi zamanlardı ve en kötü zamanlardı” yaşadığımız anlar…

Günümüz insanı “bilgi bombardımanı altında” ve bu sayede en büyük karanlığı yaşıyor. Muazzam çelişki! Günümüzün karanlığı önceki çağlardan daha acımasız. Çünkü, her şeyi bilerek (!) hiçbir şeyi anlayamadan ışık hızında terk ediyoruz, ağlayarak başladığımız yaşamlarımızı. 

Bu acımasız tüketim çağında, insan Mankurtlaşarak tükeniyor, tüketiyor… Cengiz Aytmatov’un Mankurtları dünya nüfusu içinde çok büyük bir orana ulaşmış durumda. Yaşamlarımız büyük tehdit altında. Toplum makinesinin dişlileri arasında kalmış, çırpınıyor herkes.  İçsel yolculuklar yapmak çok zor artık. Herbert Marcuse “Günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca kendi yaşamını izliyor” diyeli neredeyse yüz yıl olmuş. Evrendeki koordinatlarımızı ve zihinsel yolculuğumuzu, durup düşünemiyoruz bile. Yüzyılın bahtsızları milyarlarca… 

Teknoloji mutluluk getirmiyor, göreceli olarak yaşamı hızlandırıyor ve  kolaylaştırıyor yalnızca. “Görünme ve gösterme virüsü” bütün zihinleri ele geçirmiş.

 Cemil Meriç’in dediği gibi yaşam alanlarında rastlanamayan “iyi insanlara” kitaplarda rastlanıyor. Çünkü, yine Meriç’in deyimiyle homo faber (teknolojiye hükmeden/teknik insan), homo moralisi (etik insanı) yenilgiye uğrattı. Homo moralisin nasıl yanında olacağız? Böyle bir olanak var mı, bu korkunç savrulmalar içinde? Farklı boyutlarda yaşanan iç sıkıntıları ve karanlıkların içinde kitapların aydınlığına sığınmak, insanın hüzünlendirici öykülerinin yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve tarihin bütün zamanlarında aynı olduğunu gösteriyor. Türk, Rus, Fransız, Alman, Amerikan, Hint, İngiliz edebiyatından okumalar yaptığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz.  Mevlana, Yunus, Ahmet Yesevi gibi gönül zenginleştirenler bir yanda, Sokrates, Platon, Aristo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, A. Schopenhauer,  Nietszche, Goethe, E. Fromm, C. Meriç gibi zihin zenginleştirenler bir yanda… 


Dili, dini, rengi, sınıfı farklı olsa da hepsinin anlattığı yalnızca “insan” ve onun dramatik yolculuğu… Coğrafya, ırk, dil, din, kültür değişse de, yazgı değişmiyor. Kabil ile Habil, insanlığın başlangıcına kan bulaştırmanın öyküsü. Kardeşin kardeşe düşmanlığı, değişmez bir yazgı gibi. Bu öykü, ne yazık ki yer yüzünün her köşesinde her an tazelenmekte. Güç tutkusu, kıskançlık, aşksızlık, sevgisizlik…

Karanlıkları aydınlatan gönül mimarları insanlık tarihinde hep olmuştur. Bunların içinde Mevlana’nın güneşi bir başka. Yüzyıllar sonra, yeryüzünün birçok coğrafyasında kalplere ışık olduğu gibi, Erich Fromm gibi düşünürlere de esin kaynağı olan bir güneş Mevlana. Dünya zindanını, beden zindanını, insanlığın içinde debelendiği zindanları öyle güzel betimliyor ki Mevlana, farkında olmadan bir iç yolculuğuna çıkıyor, varlık evreni içinde kendinize yöneliyorsunuz. Mevlana’nın Mesnevisi insanın, ruhun, canın ve dahi canların hikayelerinden oluşuyor. Et ve kemiğin değil, özün; et ve kemikten sıyrılabilenin; et ve kemikten sıyrıldıktan sonra da, “var olacak olan”ın, yani ruhun, yani “canların” hikâyesi. 

Özgürlüğe kavuşan “canlar.” Dünyadan, bedenden, altın ve gümüşten, kibir ve gururdan geçerek özgürlüğü yaşayabilenlerin hikâyesi. İnsanlığın büyük yıldızlarının yaşamlarından mesajlar. 

Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor. 

“Doğruya ve iyiye adres sormamak gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar üretmeye çabalamak…

Sevgisizlik, zulme dönüşüyor yeryüzünün bütün köşelerinde. Kendini sevmeyenler, kimseyi sevemiyor. “Sevgiyi” keşfetmek herkesin harcı değil. Kendini, ötekini, bütün varlıkları sevebilse insan, yeryüzü daha yaşanılabilir bir yer olabilir. Kendisiyle, ötekiyle, cananıyla, bütün canlılarla ve kısacası “insanla ve her varlıkla” barış içinde yaşayabilenler, umutsuz insanlığın umudu olacaklardır. 

“Ben iken biz olanlar”, “ham iken pişenler”, “cahil iken bilenler”, “görmez iken görebilenler”, “aşksızlığın en büyük dert olduğunu bilenler -ki Mevlana, aşksızlara yazıklar olsun diyor”, “ten kafesinden (bayağı isteklerden) çıkabilenler” arınma yolunda olacaklardır.…

 İlahi aşk, insani aşk… İnsani aşk, ilahi aşk… Kapı aynı, kaynak aynı… Hepsi insanın yürek ülkesinde…

Akıllı teknolojilerin köleleri, tutsakları, robotlaştırdıkları insanlar, hemcinslerimiz, biz… Nurettin Topçu, 1960’lı yılların insanlarını tanımlarken “makinenin zavallı köleleri” diyordu. Şimdi ise insanlar Gülten Akın’ın dediği gibi “durup ince şeyleri anlamayanlara” dönüşüyorlar, dönüşüyoruz. Onlara/kendimize nasıl ulaşabiliriz ki? 

Herkese ve herşeye yabancılaştığımız gibi, kendimize de yabancılaşıyoruz. Artık, “düşünemeyen insanlar”ın giderek arttığı, kitap okumanın istisnadan sayıldığı, bambaşka dertlerin insanı kuşattığı bir çağda sevgiden, aşktan, “insan”dan söz etmek öylesine güç ki, “dünya nüfusunun hızla arttığı, insan sayısının ise giderek azaldığı” bir insanlık evresini yaşarken Mevlana’yla, gönül ve düşünce adamlarıyla nefes alabilenlerin sayısının artmasını diliyorum. E. Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü bütün olanların, öykülerin, dramların tercümanı bir anlamda.

Ve insanlığın karanlık yanı kötülüğü alkışlarken, gönlü kömürleşmemişleri arıyor insanlığın aydınlık yanı. 

Umut güneşiniz hiç kaybolmasın gönül ülkenizden...

30 Ağustos 2020 Pazar

Vatan ve Yaşamak Üzerine

"Millilik Akımı" yazarı Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-1927) Çağlayanlar'da, "çile çekmeyen varlığını duyamaz" diyor; vatan, millet ve karakter analizleri yapıyor.

Çile yoksa, kendi kendinin varlığını bile hissedemezsin.

Çile çekmeyen, düşünemez, sorgulayamaz, anlayamaz; bir robottur o!

Bireyin çilesi, vatanın çilesi, insanlığın çilesi farklı düzeylerde ve farklı kategorilerde değerlendirilebilir. İnsan ve insanlık her düzeyde ve farklı tonlarda çilelere muhatap olmaktan kurtulamıyor.

Vatan kavramı, günlük dilde çok kullanılıyor. Neredeyse herkesin vatandan anladığı farklı bir içerik...

Nedir vatan?

Sadece "uğrunda ölünen" mi?

Hep ölünür mü vatan için?

Yoksa, vatan için "yaşamak" da var mı, "vatanseverlik seçenekleri" arasında?

Tarihiyle, değer yargılarıyla ve milletiyle özdeşleşmiş olan insan, vatanına, yurduna, değerlerine saldırıldığında elbette ölümüne mücadele edecek ve bu uğurda can vermekten kaçınmayacaktır.

Vatan için ölmeye her zaman eyvallah da, yaşamaya neden yokuz, neden alkış tutmuyoruz yaşama; neden yaşamı yüceltmiyoruz? 

"İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" söylemi neden içselleştirilemiyor? 

Nekrofilik olmak yerine biyofilik olmak konusunda neden bir duyarlılık geliştirilemiyor?

Her koşulda "fikri hür, vicdanı hür" yaşayabilmek de vatanseverliğin en önemli göstergelerindendir. Çünkü vatan "çalışkan insanların omuzlarında yükseldiği gibi", "fikri hür ve vicdanı hür nesillerle" de bir millet olma kültürüyle ve bilinciyle de yükselir.

"Yurtta barış, dünyada barış" ilkesi "yaşatmaya" odaklıdır; vatanın ve vatandaşların selameti ve geleceği için çok anlamlıdır. 

"Savaşmaya hazır ol, eğer istersen sulhu salah" ilkesi de yaşamsal önemdedir. Vatanı savunacak her türlü güç hazır bulunacaktır ki, yurtta ve dünyada barış içinde yaşama olanağı da olsun.

***

Ama her durumda, "yaşama" ve "adaletle yaşatma" vatanseverliğin vazgeçilmez amacı olmalıdır.

"Senin için ben ağlarım, benim için kim ağlasın" durumu yok mu hep?

Hayat, adı üzerinde yaşamak ve canlı kalmak işi neden çok da önemsenmiyor ki bazı coğrafyalarda?

Hep "ağlamak" durumu, toplumlara saadet getirir mi, getirmiş midir?

Oktavio Paz, Yalnızlık Dolambacı'nda "ölüm"ün bazı coğrafyalarda şenlik vesilesi olduğunu yazıyordu. Meksika gibi toplumlarda hayat ve ölüm beraber anılırmış ve ölüme hüzün yüklenmezmiş...

***

Fuzuli;

"Zar gönlüm tende zindanı bela tutsağıdır/ 

Rahm kıl devletli sultanım mürüvvet çağıdır" demiş sevgiliye.

Çile ve bela tutsağıyım "ten/beden zindanında" ama bir anlamda "ben buna alışığım fakat merhamet eyle cömertlik zamanıdır" da diyor.

Zorluklar ne kadar sarmalasa da yaşamları, toplumsal bir iyilikle sıkıntılar ve zorluklar aşılmalı değil midir?

Her birey, toplumsal bütünlük ve süreklilik için "önemli ve değerli" kılınmalı değil midir?

Özellikle bizim coğrafyamız "hakikati örtmek, saklamak" konusunda pek mahirdir. 

Çile ve sıkıntıları, "saadet, ferahlık, zenginlik" gibi göstermede oldukça yetenekliyizdir.

***

Şair Nedim; 

"Gülüm şöyle, gülüm böyle! demektir yare mutadım/

Severim canım seni ey gül! ki canana hitabımsın." demiş.

Biz millet olarak vatana böyle sevdalıyız. Fakat nedense, vatanı vatan yapanların; vatan coğrafyasının sakinlerinin huzur, barış, adalet, hukuk ve refah kavramlarıyla birlikte yaşaması üzerinde hiç düşünmeyiz! Hele son zamanlarda bütün toplumsal erdemlerin ve birikimlerin bireysel çıkarlarla yer değiştirdiği gibi bir kanaat da yaygınlaşıyor. Bir anlamda çoraklaşıyor bütün erdem coğrafyaları....

Aslında vatanı vatan yapan, üzerinde yaşayanların adaletle, huzurla ve hukukla "yaşatılma iradesi"dir. İşte o zaman "vatana" bir sevgili gibi seslenmek de anlamını bulabilir.

***

Ahmet Hikmet, buradan yola çıkarak Kurtuluş Savaşı sonrası için diyor ki;

"Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz; lâkin mühim, müfid (faydalı) bir kitaptır."

"Bu vatanda her şehide bir taş dikilseydi, memleketimiz baştan başa bir kabristan olurdu..." Evet, çok öldük bu vatan için... Tarihimiz bir "var olma ve ayakta kalma mücadeleleri" tarihidir.

"Bu Türk tufanı, bu feyiz tufanı insanlık için rahmetti" diyor yazar. Evet, doğrudur öyle olduğumuz zamanlar çoktu tarihte. Birçok ırkın, dinin ve kültürün huzur içinde bir arada yaşayabildiği dönemlerimiz oldu.

Ancak, Cahit Sıtkı'nın dediği gibi "Zamanla nasıl değişiyor insan, hangi resmime baksam ben değilim" durumlarını da görmemezlik etmeyelim. 

Toplum da, neredeyse her on yılda bir hangi resmine baksa "ben değilim" diyor. Hep gidenlerin, öncekilerin, eski zamanların özlemiyle geçiyor toplumsal zamanlar... 

Bir anlamda yaşadığımız tarih de böyle akıp gidiyor...

Adalet duygusunun yitirildiği, yardımlaşma ve anlama erdemlerinin günlük kaygılara/beklentilere kurban edildiği dönemlerimiz de çok oldu.

"Bir zamanların mukallitleri (taklitçileri), sonra muhakkik (gerçeği arayan)" olurlar diyor Ahmet Hikmet. Ama gerçekten öyle mi oluyor?

Yoksa taklitçilik de "coğrafyanın kaderi" haline mi geliyor?

Gogol'un "Ölü Canlar" romanındaki Çiçikov gibi sahtekârlardan muhakkik de olmaz, mütefekkir (düşünür) de... Çiçikov'ların olmadığı bir dünyayı başarmak için insanlık tarihi büyük mücadelelerle doludur. Ancak, ne yazık ki bu mücadelede Çiçikovlar hiç eksik olmamıştır ve başarı da elde etmişlerdir.  

***

" Lisanın (dilin, sözün) ömrü, insanın ömründen uzundur." 

"Ebedi olmayan elem (acı), felaket değildir. Neşe, gözlerin çiçeğidir."

"Benim fikrimle mütefekkir (düşünen), benim emellerimle (amaçlarımla) emeldâr (yaşayan)" kimse olmasa da; ideallerinle yaşıyorsan "fikrinde muannit (kararlı), muhabbette muannit, muharebede (mücadelede) muannit olmaya devam etmek zorundasındır.

Vatan için, sevdiklerin için, kendi özge canın için çekmen gereken çilenin ilkeleridir bunlar.

Umutsuzluk, düşünce çilesi çekenlere haramdır!

(Ahmet Hikmet Müftüoğlu'na rahmetle ve saygıyla. Tırnak içi alıntıların ve şiirlerin tamamı Çağlayanlar kitabındandır...)