12 Ocak 2018 Cuma

SEVME SANATI

"Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevemez. Hiçbir şey yapmayan,
hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan insan değersizdir. Oysa anlayan hem sever, hem her şeye karşı duyarlı olur, hem de görür. Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa o kadar çok sevgi vardır. Bütün meyvelerin aynı anda olgunlaştığını sanan kişi, üzümleri hiç tanımıyor demektir." Paracelcus
***
Sevmek bir sanat mıdır? Sanatsa, sanat bilgi ve çaba gerektirir. Sevme sorunu, genellikle "sevilme sorunu" olarak görülür. 
***
Gelecekteki tek kesin şey ölümdür.
İnsan, "aklıyla" kendisinin, öteki insanların, geçmişinin, gelecekte olabileceklerin farkındadır. Kendisini ayrı görmesi, payına düşen yaşam süresinin KISALIĞINI bilmesi, İSTEMEDEN doğduğunu, istemese de öleceğini, sevdiklerinden önce öleceğini ya da sevdiklerinin onu bırakıp gideceğini düşünmesi, yalnızlığının, ayrılığının, doğanın ve toplumun karşısında çaresizliğinin BİLİNCİNDE olması; bütün bunlar onun varlığını dayanılmaz bir işkenceye çevirir. Bu işkenceden kurtuluşun yolu, insanın kendisini öteki insanlarla ve dış dünyayla tamamlamadır.
***
Sevgisizlik, insanda huzursuzluk yaratır. (İnsanın kendisiyle barışık olması, kendini sevmesi çevresiyle barışık olmasının ve "ötekilerle" birlikte yaşamanın ön koşuludur.)
İnsanlar, birbirlerini araç olarak gördüğü sürece ne sevgi ne huzur olabilir.
İnsanlar birbirlerini "amaç" olarak görürse sevgi olabilir.
Demokrasiler topluma katılma yollarının çok seçenekli olduğu rejimlerdir. İnsanları yalnızlıktan çıkaran, birbirleriyle iletişim kurma, dolayısıyla "anlaşılma" olanakları üreten rejimlerdir. Sevgisizlik ve kapalılığın risklerini azaltan rejimdir demokrasi.
***
Sevgi olmasa, insanlık birgün bile yaşayamazdı. 
Mazoşist, başkasına sığınarak var olma yolunu seçer.
Sadist, kendisine taparcasına bağlı olanlarla var olur. Sadist kullanır, aşağılar, incitir. Mazoşist de, sadist de yalnızca koşulsuz bağlılıkla var olur, sevgiyle değil.
***
Sevgide iki varlık bir olur, farklılıklarını koruyarak ve iki ayrı varlık olarak kalarak. 
Saygı ve sevgi ancak özgür ilişkilerle olanaklıdır. Bağımlılığın olduğu yerde saygı olmaz.
Mevlana'nın "yer ve gök" metaforu etrafındaki açıklamalar, insanın "tamamlanması" üzerine çok değerli bir örnektir.
***
Bencil insan başkalarını sevemez, kendini de sevmez.
Sevebilmek için olgun (olmuş) bir kişilik gerekir.
Çağdaş insan öteki insanlara ve doğaya yabancılaşmıştır.
Çağdaş insan otomata dönüşmüştür, otomatlar sevemez.
Narsistlerden oluşan toplumda sevgi de olmaz, huzur da.



8 Ocak 2018 Pazartesi

Karun ve Anarşist

İskender Pala'nın romanı Karun ve Anarşist'in özeti (s.217):

"Komünist veya faşist olmak değil, insan olmak gerekiyordu demek ki!"

Arka kapaktan:
Karun ve Anarşist, tarihin akışını belirleyen hırsların ve tarihi aşan aşkların romanı.


2 Ocak 2018 Salı

En Çoğa Sahip Olma Tutkusu

Kapitalizm her türlü "değer"i yok ediyor. "Değerleri", insanların "insanlıklarından" çıkarıyor ve içi boş bir "dik sürüngen" haline getiriyor. Tarık Buğra'nın Gençliğim Eyvah romanındaki "dik sürüngen" tanımlaması "günümüz insanlarının" pek çoğunu çok iyi tanımlıyor. "Değerlerden arınan insan"dan geriye ne kalır ki? "Ah bu cesetlerin göğsünde bir kalp çarpmıyor" derken Cemil Meriç, işte bu yakıcı ızdırabı dile getirmiyor muydu? Sanırım işin en trajik yanı da, değerleri alabildiğine ön plana çıkaranların (hangi ideolojiden olursa olsun) o değerleri alabildiğince araçsallaştırdıkları "post truth" bir çağı yaşıyoruz.
Okuduğum bir başka romanda Tekasür suresinin anlamına rastladım. Çok ilginç geldi. İnsanların neden bu kadar sorumsuz, hakkaniyetsiz, savurgan, vicdansız, ahlaksız, müfteri, bencil ve hoyrat olduğunu da aslında çok iyi açıklayan ilahi bir uyarı bu aslında. 

İşte o meal/yorum:



"Daha çok, daha çok (şeye sahip) olmak hırsına tutuldunuz.

Ta ki, mezarlarınızı ziyaret edinceye (oraya ininceye) kadar.

Yok öyle değil, ilerde bileceksiniz!
Hayır, bir bilseniz, kesin (bir) bilgiyle,
...
Yemin olsun ki, günü gelince apaçık göreceksiniz onu.
......."  
                                             

Günümüz insanı “biriktirme” ve “tüketme” hastalıklarıyla kıvranıyor. 

Marx bu trajik durumu “iş dini” ve “miktar ideolojisi” kavramlarıyla açıklıyor. 
"İş" din haline gelmiş, "biriktirme veya en çok miktara sahip olma" da temel yaşam felsefesi ve kitlelerin ideolojisi veya afyonu olmuş. 
Marx'ın tanımladığı “Biriktirme” ve “tüketme” hastalığının pek şifa bulacağı da olanaklı görünmüyor. Kur’an'da da biriktirme hırsının ancak mezarlıkta bittiği, insanların genellikle hırslarının kurbanı olduğu anlatılıyor. 
Bunda din, dil, ırk, coğrafya fark etmiyor. İnsanlık "bilgi çağı cehaletiyle" zehirlenmiş durumda. Oysa gerçekten ‘bilseydik’, kabukla uğraşmayı bırakıp öze inseydik, varlık amacının, "insan olmanın gereğinin" biriktirme olmadığını görebilirdik. 
Biriktirme yerine ihtiyacımız kadar tüketebilseydik, fazlalıklarımızı ihtiyacı olanlarla paylaşabilseydik, sanırım “bilenler” sınıfına dahil olabilir ve daha huzurlu olabilirdik.
***
Hastalıkların çoğunun nedeni “biriktirme ve tüketme hırsı” değil mi? 
O halde bencillik, kendine tapınma, kendiyle barışık olmama, mazoşist veya sadist davranışlar, depresyon, stres, bunalım gibi sorunların temeli olan bu “yaşam tarzı” üzerinde çok ama çok derin düşünmek gerekiyor. 
Düşünmek derken, hepimiz biliyoruz ki bu yaşam tarzı bizi düşünmekten de alıkoymakta. 
"Hayatımızı yaşamıyoruz, yalnızca izliyoruz" diyen Herbert Marcuse haksız değildi. "Düşünce" de öldü. Artık akıllı telefonlar var, akılları iptal eden.

***
Meta fetişizmi, insanlığı eritiyor. Çok bilinen bir değerlendirmeyle tamamlayalım bu kısa yazıyı: 

Dünyanın nüfusu arttıkça, insan sayısında ciddi azalma gözleniyor. 
İnsan sayısı azaldıkça hem dünyanın doğal yapısı ve yaşam alanları bozuluyor, hem de "masumiyet" diye bir şey kalmıyor. 

Bu kısacık yazıyı Oğuz Atay'ın "Bir Bilim Adamının Romanı-Mustafa İnan"daki o güzel cümleyle bitireyim: 
DÜŞÜNMEK ZORDU, DÜŞÜNMEK BÜYÜK BİR ENERJİ GEREKTİRİYORDU...