Cemil Meriç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemil Meriç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Etik İnsanın Yenilgisi

 

Neye sahip olmak istiyoruz?

Nedir içinden (sadece) geçip gittiğimiz ve kalıcı olamayacağımız bu dünyadaki amacımız?

Mevlana diyor ki, “Her kuşun yiyeceği kendi büyüklüğüncedir.” 

O halde sahip olmak istediğimiz "fazlalıklar" büyüklüğümüzü aşarken, bu aşırılıklar nereye götürecek hepimizi?...

Uruguay’ın Jose Mujica’sının dediği gibi, “Hep bir şeyler satın almak için zamanımızı harcıyoruz. Oysa hayatı satın alamayız. Hayatımızı harcıyoruz. Özgürlüğü, aklı, düşünceyi, kültürü… kısacası ruhumuza huzur veren değerleri önemsemiyoruz…” 

Kimimiz de, "değerlerden bile" habersiziz...

Biriktirmek ve tüketmek için zamanını, sağlığını ve enerjini harca! 

Ama hiç yaşamadan geç git bu dünyadan.

Yaşam bu olmamalı! Bu engebeli yaşam yolculuğunu anlamak ve anlamlandırmak için ne yapıyoruz?

Hiç!

Bir yolculuktayız:

“Rüzgâr,
yıldızlar ve su.

Bir Afrika rüyasının uykusu

düşmüş dalgalara.

Işıltılı, kara

bir yelken gibi ince

direğinde geminin. 

Geçmekteyiz içinden

bir sayısız

bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin” diyor Nazım Hikmet

 

Nedir peşinde olduğumuz? Bilginin, bilimin zirvede olduğu bir çağda insanı mutlu edecek olan nedir? Teknolojik zehirlenme (bilgi zehirlenmesi de denebilir) insanları düşünemez hale getirmişken, düşünceye nasıl kapı aralayacağız ve bahtsız kalabalıklar içinde kendimizi nasıl bulacağız? 

Esas olan nedir? İkincil önemdekiler nelerdir şu yaşamda?  

“Aşk imiş her ne var ise âlemde (evrende), ilim bir kiyl-ü kâl (kuru bir dedikodu) imiş ancak” demiş Fuzuli. Sevginin ulaşamadığı beton yüreklere aşk, merhamet, yardımlaşma, vicdan, empati nasıl anlatılabilir? İnsanlık her devirde karanlığı ve aydınlığı birlikte yaşadı. Bazı devirler diğerlerinden daha aydınlık, bazıları ise daha karanlıktı… 

Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”ndeki gibi “en iyi zamanlardı ve en kötü zamanlardı” yaşadığımız anlar…

Günümüz insanı “bilgi bombardımanı altında” ve bu sayede en büyük karanlığı yaşıyor. Muazzam çelişki! Günümüzün karanlığı önceki çağlardan daha acımasız. Çünkü, her şeyi bilerek (!) hiçbir şeyi anlayamadan ışık hızında terk ediyoruz, ağlayarak başladığımız yaşamlarımızı. 

Bu acımasız tüketim çağında, insan Mankurtlaşarak tükeniyor, tüketiyor… Cengiz Aytmatov’un Mankurtları dünya nüfusu içinde çok büyük bir orana ulaşmış durumda. Yaşamlarımız büyük tehdit altında. Toplum makinesinin dişlileri arasında kalmış, çırpınıyor herkes.  İçsel yolculuklar yapmak çok zor artık. Herbert Marcuse “Günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca kendi yaşamını izliyor” diyeli neredeyse yüz yıl olmuş. Evrendeki koordinatlarımızı ve zihinsel yolculuğumuzu, durup düşünemiyoruz bile. Yüzyılın bahtsızları milyarlarca… 

Teknoloji mutluluk getirmiyor, göreceli olarak yaşamı hızlandırıyor ve  kolaylaştırıyor yalnızca. “Görünme ve gösterme virüsü” bütün zihinleri ele geçirmiş.

 Cemil Meriç’in dediği gibi yaşam alanlarında rastlanamayan “iyi insanlara” kitaplarda rastlanıyor. Çünkü, yine Meriç’in deyimiyle homo faber (teknolojiye hükmeden/teknik insan), homo moralisi (etik insanı) yenilgiye uğrattı. Homo moralisin nasıl yanında olacağız? Böyle bir olanak var mı, bu korkunç savrulmalar içinde? Farklı boyutlarda yaşanan iç sıkıntıları ve karanlıkların içinde kitapların aydınlığına sığınmak, insanın hüzünlendirici öykülerinin yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve tarihin bütün zamanlarında aynı olduğunu gösteriyor. Türk, Rus, Fransız, Alman, Amerikan, Hint, İngiliz edebiyatından okumalar yaptığınızda bunu kolaylıkla görüyorsunuz.  Mevlana, Yunus, Ahmet Yesevi gibi gönül zenginleştirenler bir yanda, Sokrates, Platon, Aristo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, A. Schopenhauer,  Nietszche, Goethe, E. Fromm, C. Meriç gibi zihin zenginleştirenler bir yanda… 


Dili, dini, rengi, sınıfı farklı olsa da hepsinin anlattığı yalnızca “insan” ve onun dramatik yolculuğu… Coğrafya, ırk, dil, din, kültür değişse de, yazgı değişmiyor. Kabil ile Habil, insanlığın başlangıcına kan bulaştırmanın öyküsü. Kardeşin kardeşe düşmanlığı, değişmez bir yazgı gibi. Bu öykü, ne yazık ki yer yüzünün her köşesinde her an tazelenmekte. Güç tutkusu, kıskançlık, aşksızlık, sevgisizlik…

Karanlıkları aydınlatan gönül mimarları insanlık tarihinde hep olmuştur. Bunların içinde Mevlana’nın güneşi bir başka. Yüzyıllar sonra, yeryüzünün birçok coğrafyasında kalplere ışık olduğu gibi, Erich Fromm gibi düşünürlere de esin kaynağı olan bir güneş Mevlana. Dünya zindanını, beden zindanını, insanlığın içinde debelendiği zindanları öyle güzel betimliyor ki Mevlana, farkında olmadan bir iç yolculuğuna çıkıyor, varlık evreni içinde kendinize yöneliyorsunuz. Mevlana’nın Mesnevisi insanın, ruhun, canın ve dahi canların hikayelerinden oluşuyor. Et ve kemiğin değil, özün; et ve kemikten sıyrılabilenin; et ve kemikten sıyrıldıktan sonra da, “var olacak olan”ın, yani ruhun, yani “canların” hikâyesi. 

Özgürlüğe kavuşan “canlar.” Dünyadan, bedenden, altın ve gümüşten, kibir ve gururdan geçerek özgürlüğü yaşayabilenlerin hikâyesi. İnsanlığın büyük yıldızlarının yaşamlarından mesajlar. 

Diğer yandan Erich Fromm’un Sevme Sanatı ve Özgürlük Korkusu gibi kitapları, modern insanın içinde bulunduğu açmazları, karanlıkları, sevgisizliği, sadizmi ve mazoşizmi (kendine tapınma ve başkalarına tapınma) bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyması, bir anlamda Mevlana’nın anlattıklarının farklı bir yansıması. Hatta insanın onulmaz yalnızlığını anlatırken Mevlana’dan alıntılar yapması, insanın sevgide, gönülde, canda buluşması gerektiğini anlatıyor. 

“Doğruya ve iyiye adres sormamak gerektiğini” düşünenlerdenim. Önyargı duvarlarını aşabilenler, toplumsal yaraların onarılmasına katkı sunabilirler. Yaşamı anlamlandırabilmek için yaşanmışlıklardan, öğrenilmişliklerden devşirebilmek, gönül ve ruh yaralarına yorumlar üretmeye çabalamak…

Sevgisizlik, zulme dönüşüyor yeryüzünün bütün köşelerinde. Kendini sevmeyenler, kimseyi sevemiyor. “Sevgiyi” keşfetmek herkesin harcı değil. Kendini, ötekini, bütün varlıkları sevebilse insan, yeryüzü daha yaşanılabilir bir yer olabilir. Kendisiyle, ötekiyle, cananıyla, bütün canlılarla ve kısacası “insanla ve her varlıkla” barış içinde yaşayabilenler, umutsuz insanlığın umudu olacaklardır. 

“Ben iken biz olanlar”, “ham iken pişenler”, “cahil iken bilenler”, “görmez iken görebilenler”, “aşksızlığın en büyük dert olduğunu bilenler -ki Mevlana, aşksızlara yazıklar olsun diyor”, “ten kafesinden (bayağı isteklerden) çıkabilenler” arınma yolunda olacaklardır.…

 İlahi aşk, insani aşk… İnsani aşk, ilahi aşk… Kapı aynı, kaynak aynı… Hepsi insanın yürek ülkesinde…

Akıllı teknolojilerin köleleri, tutsakları, robotlaştırdıkları insanlar, hemcinslerimiz, biz… Nurettin Topçu, 1960’lı yılların insanlarını tanımlarken “makinenin zavallı köleleri” diyordu. Şimdi ise insanlar Gülten Akın’ın dediği gibi “durup ince şeyleri anlamayanlara” dönüşüyorlar, dönüşüyoruz. Onlara/kendimize nasıl ulaşabiliriz ki? 

Herkese ve herşeye yabancılaştığımız gibi, kendimize de yabancılaşıyoruz. Artık, “düşünemeyen insanlar”ın giderek arttığı, kitap okumanın istisnadan sayıldığı, bambaşka dertlerin insanı kuşattığı bir çağda sevgiden, aşktan, “insan”dan söz etmek öylesine güç ki, “dünya nüfusunun hızla arttığı, insan sayısının ise giderek azaldığı” bir insanlık evresini yaşarken Mevlana’yla, gönül ve düşünce adamlarıyla nefes alabilenlerin sayısının artmasını diliyorum. E. Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü bütün olanların, öykülerin, dramların tercümanı bir anlamda.

Ve insanlığın karanlık yanı kötülüğü alkışlarken, gönlü kömürleşmemişleri arıyor insanlığın aydınlık yanı. 

Umut güneşiniz hiç kaybolmasın gönül ülkenizden...

31 Temmuz 2019 Çarşamba

ACELE GENELLEMECİLİĞİN SEFALETİ ÜZERİNE

İnsan, "genelde" genellemecidir. "Toptancılığı" severiz. Etiketler  geçeriz. En zayıf yanımızdır. Aşil'in topuğudur bu ve hepimizde bulunur. Ancak,
kitlelerde bu bir yazgıdır, karakterdir, tutumdur ve tavırdır. Acele genellemeler sonucunda masum olan cani olur, cani olan masum olur. Melek şeytan olur, şeytan melek olur. 
İnsan neden genellemecidir? Neden düşünüp taşınmadan aceleyle genellemecilik yapar? Çünkü, kolaycılık, yaşama dürtüsü ve her türlü çıkar beklentisi buna zorlamaktadır. Genellemeler yapmazsa, genellemeci grubun ya da gücün yanında yer almazsa varlığını ve çıkarlarını devam ettiremeyeceği kaygısını taşır. 
"Hiçbir toplum ya da topluluk ne tamamen iyidir, ne de tamamen kötüdür." Çünkü, sonuçta bütün toplumlar ve topluluklar "insanlardan" oluşmaktadır. İnsanın da, organizma ve ruh olarak dünyanın bütün coğrafyalarında "çok büyük benzerlikler" gösterdiği, aynı türün bir üyesi olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İnsanı üstün yapan, vicdanlı bir varlık olabilme kapasitesidir. Ayrımcılık, ötekileştirme, yalnızlaştırma, lanetleme hem insanın doğasına hem de ilahi yasalara aykırıdır. Böyle olduğu içindir ki, "insan hakları" kavramı son yüzyılların üzerinde uzlaşılan çok önemli bir değer olarak yükselmiştir. Mesela Anayasamızın onuncu maddesi "Herkes dil, din, ırk, renk, mezhep, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç ve benzeri nedenlerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir"  demektedir. Ama bu anlayış hiçbir toplumda genel kabul görmez.  Uygulama her zaman farklıdır ve ne eşitlik ne de adalet göreceli olarak bile özüne uygun olarak yaşama alanlarına yansımaz. İslamiyet son ilahi din olarak belirli bir ırka, coğrafyaya, topluma ve topluluğa hitap etmek yerine, bütün insanlara hitap eden bir din olarak gelmiştir. Ancak, İslamiyetin yaşandığı coğrafyalar (en azından günümüzde) ayrımcılık ve bölücülük konusunda büyük facialar yaşamaktadırlar. Mezhep, ırk veya başka nedenlerle insanlar birbirleriyle ölümüne mücadele etmektedirler. Bir anlamda bu coğrafyalarda yaşayanlar "acele genellemelerin köleleri" durumundadırlar. Çünkü, İslamiyet "akıl"a büyük önem verdiği halde, sanki akıl bu coğrafyalardan göç etmiş durumdadır.  Bilimsel yöntem araştırmayı, şüphelenmeyi, test etmeyi öngörür. Aklın ve vicdanın gereği de budur. Karşısındakilerin kimliği ve aidiyeti ne olursa olsun bir insan olduğunu ve bir hukuku olduğunu hiçbir zaman düşünmemek, tamamen kısıtlı düşüncelerin köleliğinden kaynaklanmaktadır. En büyük kölelik, düşünce köleliğidir. Zihinlere vurulan prangalar görünmezler. Myanmar'da Hinduların yaptığı veya Afrika'da çeşitli dinlerin ve milletlerin birbirine yaptığının, Bosna'da olanların Suriye'de olanlardan hiçbir farkı yoktur. Dinler, diller aynı da olsa, ayrı da olsa, "genellemecilik" ve "ötekileştirme" nükleer bomba gibi toplumları hızla yok oluşa sürüklemektedir. Ötekileştirmelerin olduğu coğrafyalarda bütün evlerin bacalarından acı, ızdırap ve hüzün yükselmektedir. Değişmez!

Gelişmiş toplumlar ve gelişmiş insanlarda "sorgulama" yeteneği de gelişmiş olduğu için genellemecilik çok da yaygın zararlara neden olmamaktadır. En azından "kamusal akıl" genellemeciliğin hasarlarının asgariye indirilmesi için aktif bir biçimde varlığını hissettirmektedir. 
Bu insanlığı kurtarmakta mıdır? Hayır!
Çünkü, entellektüellerde de genellemecilik vardır. Acele genelleme entellektüel kibrin büyük ayakbağı olarak kendini gösterir. Acele genelleme, dehanın bile kendini çarpıp parçalayabildiği bir kaya olabiliyor. Batılı entellektüeller için de "acele genelleme köleliği", öz değerlerini ve birikimlerini inkâr biçiminde yansıyabiliyor.  Çünkü, birçok kişisel ve kurumsal tutumda, olaylara ve olgulara bakış "Batı ve ötekiler" olarak kendini gösteriyor. Böyle olunca da, insanlığın "evrensel birikimlerinin en iyi temsil edildiği" Batı, insanlık için bir umut olmaktan çıkıyor. Amin Maalouf'un Çivisi Çıkmış Dünya isimli eseri bu konuyu oldukça güzel  ve ayrıntılı işlemektedir.

Peki "insanlık ailesi" ne zaman bir aile olduğunu hatırlayacak? Antik çağ düşünürlerinin dediği gibi Tanrı Güneşi, ayı, dünyayı ve bütün varlıkları yalnızca belirli bir ırk, din, dil, toplum ve topluluk için yaratmamıştır ki! Bütün bir insanlık için yaratmıştır ve yarattığı olanaklardan da hiç kimseyi yoksun bırakmamıştır. Bütün yoksunlukları ve kötülükleri üreten insandır. Dini, dili, ırkı, rengi, inanışı, coğrafyası fark etmiyor.

Einstein'a atfedilen "Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur" sözü ne kadar doğru. İnsanlar artık önyargılarının ve acele genellemelerinin sefil köleleri olarak yaşamaktadırlar ve bunun farkında bile değildirler.

Cemil Meriç, "Batı aklın, Doğu hikmetin (bilgeliğin) vatanıdır" demişti. Aslında bir zamanlar aklında mekanıydı Doğu. İnsanlığa çok değerli katkılar sunabilmişti. Bugünkü manzarada ne akıl görünüyor, ne vicdan, ne ahlak, ne hukuk, ne de hikmet... 

Kolayca "etiketleme sefaleti", insanlığın yıkımıdır. Acele genellemeler ve etiketlemeler bir kısım insanlar, gruplar ve topluluklar için kazançlı olabilir. Ancak, toplumlar, ülkeler ve insanlık için telafi edilemeyecek kayıplara neden olabilmektedir. 

19 Nisan 2019 Cuma

BU ÜLKE

Cemil Meriç, BU ÜLKE'de kendisi gibi arafta kalmışların
durumuna tercümanlık yapıyor. Meriç herkesin sahiplendiği, ama hiç bir ideolojiyle, dolayısıyla tarafla bütünleşmeyen bir zihin. O bir fikir işçisi. Dünyanın bütün çilesini, ızdırabını, çelişkilerini bir zehir gibi içmiş, bu uğurda gözlerini kaybetmiş. Ama sonunda düşüncenin izini sürenlere "ateş böceği" değil, "güneş" olmayı başarmış bir düşünce adamı. 

Düşünce ustası olmak zor iş. Bunun için ilk iş ızdırap adamı olmak, yaşamın her anında ızdırap yudumlamak gerekiyor. Izdırap yıllarını anlatırken yakıcı sözcüklerle tasvir ediyor: Aç ve tek... Gurbet ve açlık...
Sene 1942... Rüyalarımın hepsi çiğnenmiş. İşim yoktu, param yoktu, dostum yoktu...

Ve elbette:
"Kitaplar vatanımdı, kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim." diyecekti. "Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız..."

"Hayatım bir trajedidir" derken, bütün hayatının "bilgisini, zamanını ve kalbini vermekle geçtiğini" söylemeden edemiyordu. 

Ne güzel "aydın" tanımlaması yapıyor:
"aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur. Aydının görevi karanlıkları aydınlatmaktır. 
Türk aydının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemektir. 
Tanzimat'tan beri hazır elbise giyiyoruz.
Tek ortak duygu: Düşmanlık... Diyalog yok... 

"Derslerimde de, konuşmalarımda da ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı.

Sağ okumuyor, sol diyalogdan kaçıyor. Boşuna bağırıyorum.
Benim kuvvetim mümkün olduğunca tarafsız oluşumdan geliyor.
HAYATIMI İKİ KELİME ÖZETLER: ÖĞRENMEK VE ÖĞRETMEK...

"Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır." Daniel Defoe

Kavga insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Slogan ilkelin ideolojisidir.
Karanlık kinlerin, birbirine saldırttığı, çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. DÜŞÜNCE İLE ÇIĞLIK BAĞDAŞMAZ. Yabani bağırır, medeni insan konuşur.

Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını 1789'da fark etti. 

Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdivendir kelimeler. 
Kelime kendimi seyrettiğim dere.
İNSANLAR IŞIĞA, HAYATA, SONSUZA DÜŞMAN. 
Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.

***
İnsan, nisyan. 
Yaşar ve unutur...
Yaşar  ve yine unutur...
Unutkanlık değirmeninde öğütülür durur...
Karakter erozyonuna mübteladır bir de insanların çoğu...
Gerçi bunları insan saymayanlar da var ya...
Sadece "varlık" ve "var olma" hakkında düşünenler için birer imge, yansıma, özne, nesne veya hiçliğin sembolüdür onlar.
Ve yaşam devam ediyor:
Hem elbiselerin içinde insan diye dolaşanlar için, hem de insanlar için...


8 Ocak 2019 Salı

HAYAT KALICI ÇÖZÜMÜ OLAN GEÇİCİ BİR DURUMDUR?



Oldukça soğuk bir konu ölüm. 
Buz gibi. 
Her gün, her saat, her dakika başkaları/ötekiler ölüyor, izliyoruz. 
Ama mutlak bir biçimde her canlının karşılaşacağı bir durum ölüm. 
Yaşam ve ölüm. 
Bizim dışımızda gelişen durumlar. 
Ne dünyaya gelmeyi istedik, ne de ölmeyi. 
Doğuyoruz, bizim irademiz ve isteğimiz dışında olan bir şey. Ölüyoruz, yine bizim irademizin dışında. 
Doğumla ölüm arasında da bir kısmımız yaşıyor, bir kısmımız da yaşıyormuş gibi yapıyor. 
Asaf Halet “Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mara, günü ve saatleri ne yapacaksın” diyor. Ama gel gör ki düşünmeden yaşayamıyoruz. Zira akıl gibi bir donanım az veya çok herkeste var ve düşünebilenleri rahat bırakmıyor. Ha bir de “gün ve saatler” var, bizi eskiten, yıpratan. Belki de gelişmemizi ve olgunlaşmamızı sağlayan. Elbette tavır alışlarımız, hayal gücümüz ve zihinsel donanımlarımıza göre değişmekle birlikte yenilenmemize neden olan aynı zamanda. Yahya Kemal’in çok güzel ifade ettiği gibi “insan hayal ettiği müddetçe yaşar.” Cemil Meriç’in “Bana hakikati değil, muradını ver” sözü de insanları düşünmeye ve hayal etmeye zorlayan bir mesaj içerdiği gibi, hayal edebilmenin hakikat’ten daha önemli olduğunu anlatıyor. O halde insanı yaşatan hep “gelecekteki
hayalleri/beklentileri/umutları” olabilir mi? Çoğunlukla evet! Bazen de çaresizlik! Ötenazi isteyenler neden ister bunu mesela?
“Bir kitap okudum hayatım değişti” diyordu bir yazar. Bir kitap, hatta bir cümle hayatı değiştirir mi? Bir kitapta bir cümle. Bir çığlık. Kitaplarda saklanan, kitaplardan yükselen… Okuyunca, okuduklarında olmadık düşüncelere rastlarsın. Tarihin tozlu raflarından ya da günün en çok satanlarından bir kitap da olur, bir makale de. Fark etmez. Yeter ki oku!... Okuyunca düşünürsün. Düşündüğünde ise ya için huzur dolar veya azap. Her hâlükârda kazançlısın. Azaptan huzura yol var çünkü. Mesela. Nurettin Topçu’nun iç yakan bir cümlesini hiç unutamıyorum. “Var Olmak” isimli kitabından bu cümle. “Servet, hırslar, muvaffakiyetler (zaferler), bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak. Bir menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor.” Çöz çözebilirsen. “Varlığı darlığa düşürmek…” de ne? “İhtiraslarının dürbünü ile yaşama ve yaşayanlara bakanlar” ne tür çıkarımlar yapar? Bilemiyorum.
O halde? Evet, o halde bu tuhaf yaşam yolculuğun sırrı ne? “Varlığı darlığa düşürmeden” nasıl yaşanır? Bu yazının asıl esin kaynağı Arthur Shopenhauer ve hakkındaki yorum ve yazılar. Fakat yazıya başlayınca esin kaynakları çeşitleniyor. Shopenhauer’un dünyaya, var olmaya ve ölüme bakışı sarsıcı. Dünyanın en anlaşılmazlarından biri. Berbat bir aile ortamında büyüyen; ızdırap içinde yaşayıp, yalnız ölenlerden biri. “Kafanı eğ! Yaşamın zarif yasalarına ve sırlarına şapkanla selam ver ve yaşama işine devam et” anlayışı kadercilik mi? Bu kadar kötü bir dünyada ve kötü hemcinslerimizle nasıl bir yaşama yolu seçmeliyiz? Öyle ya Habil ve Kabil’in devamı değil miyiz hepimiz, her zaman ve insanlık tarihinin bütün evrelerinde. Kardeş kavgasıyla başlamış yaşam. O yüzden ve aslında bazı şeylere hiç kafa yormaya gerek de yok. Ancak, “yaşama işine devam” konusunda insanların müşkülatı çok. Müşkülatı (zorlukları) aşmanın yolu yaşamın yasalarına teslim olmak ve bulabileceğin azami huzurla yaşamak. Öyle diyorlar.
Bazılarımız için yaşam “İnleten, acı veren, düş kırıklığı yaratan bir sonla” bitebilir. “Görkemli yaşamlarımızın daha fazla.. daha fazla birşeyleri hak ettiğini düşünerek, ama neyi hak ettiğini bilmeden” bitebilir. “Bilmek” herkese göre bir armağan değil. Yaşamımızın nasıl biteceğini belirleme iradesi var mı? İyi bir sonla mı, kötü bir sonlamı sonlanacak bu yolculuk? Marx’ın “iş dini, miktar ideolojisi” dediği kapitalist bir yaşamın kurbanları için artık iyilikle kötülük de yer değiştirmedi mi? Aman neyse, burayı da biraz dağınık bırakalım.
Elbette yaşam, “verili/belirlenmiş bir süre”den oluşuyor. Bilmiyoruz, ne zaman “the end” yazacak filmimizin sonunda. O halde, kolay pes etmemek gerekir her türlü zorluğun karşısında ve “kapanış saatinden önce de çıkışa yönelmemek” gerekir. Bir çeşit “asla pes etme” (never give up) durumu. “Kaderini sev, yaşamını seç.” (Yaşamını kaç kişi seçebiliyor, o da ayrı bir sorun ya.) Seçemesen bile, bulunduğun koşullarda “insan kalmaya bak ve asaletinin heykelini dik”. Bakın yine kadercilik. Bu kez Nietsche’den: “Öyle yaşa ki, aynı hayatı sonsuza kadar yaşasan da pişman olma.” Oldukça zorlayıcı bir istek. Kaç insanın başarısı olabilir ki böyle bir yaşam? Peki böyle bir yaşamı başardık diyelim. Yaşamın amacı ne? Herkesin cevabı farklı. Bu olabilir mi: “Olgunluğunu, bilgini, birikimini paylaş.” Tamam çok güzel. “Ben yerine biz” mi? Bencillik yerine dayanışma ve yardımlaşma mı? Öyle olmalı, değil mi? Erdemli olan bu. “Dayanışma ve yardımlaşma” ve hatta “empati” üzerine kurulu bir yaşam. Ama fakat lakin.. hangi sözcükle başlarsanız başlayın: Şimdi artık herşey parayla değil mi? Erdem de parayla, insan da, insanlık da. Ne acı!
Umutsuz olmamak lazım. “Bazı çiçeklerin geç açtığını hepimiz biliriz.” Romalı Lucretius bu tanımlamayı niye yaptı ki: “Bütün meyvelerin aynı anda olduğunu zannedenler, üzümlerin geç olgunlaştığını bilmiyorlar” diyordu Lucretius. O halde düşünebilenler “bazen şimdiye kadar ki yaşamlarının bir özetini çıkarmalıdırlar.” Yaşam seni nereden aldı nereye getirdi ve nereye götürüyor? Belki bir olgunlaşma yolu açılır, kim bilir! Olgunlaşma/olma yönünde şanslı ve istekli bireyler önemli ilerlemeler elde ediyorlar da, toplumlar ve coğrafyalar çuvallıyor. Tekrar Cemil Meriç’e saygıyla: “Kalkınma, coğrafyanın insanlaşmasıdır.”
İnsanın amacı yeryüzünde mutlu olmak mıdır? Böyle de soru olur mu? Olur. Epikürcülere göre öyleydi. İnsanlık tarihi boyunca bu konuda insanlar ortak bir kanıya varabilmiş mi, hayır! Ve bedbaht bir hayat yaşayan Shopenhauer: “Mutlu bir yaşam olanaksızdır. İnsanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.” Sanırım bu kahramanca yaşam da içsel barışı sağlamak, kendisiyle barışık olmak, “bulduğu yaşama razı olmak” anlamındadır. Zira kendisiyle barışık insana pek rastlanmıyor. En büyük kahramanlık bu olsa gerek: Kendisiyle barışık! Kendisiyle barışık olan, çevresiyle ve doğayla da barışık yaşamak için çok önemli bir iş başarmış demektir.
Bu içsel barışı sağlamanın yolu ölümü anlamaktan geçiyor diyor filozoflar, bilgeler, erenler. Aslında herkes bir biçimde ölümü keşfetme günü (ökg) ya da anlama günü bulmalıdır. Çılgınca gelebilir ama denenmelidir. Bir düşünce egzersizi gibi. Sonsuza kadar buradaymışız gibi yaşarız bir bakıma. “Ama öğle değil, yakında bileceksiniz” diyor kitap. Ölümle tanışmayacak canlı yok. Ölmeyecekmiş gibi kötülüğü meslek edinerek yaşayanlar da çok. “Ah insanların vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diyen şair de (Gülten Akın) bunu kast ediyor olabilir. Ölümü anlamak, yaşamı anlamaktır. Ve hemcinsini, yani ötekini, yani kadınıyla erkeğiyle seni, beni, onu, yani “insanı” önemli görmek ve değer vermektir. İnsanı yalnızca “insan” olarak görmektir; her türlü ayrımcılığı reddederek. Ama ah bu nasıl olacak? “Dünyaya bakışımızın sığlığı ya da derinliği çocukluk çağlarında oluşur. Daha sonra gittikçe olgunlaşır. Fakat özde aynı kalır.”
Çocukluk çağı çoğu insan için en trajik dönemdir. Bu trajedinin adı, sevgisizlik. Çocukluğunu yaşayamayanlar... Anne baba arasındaki ilişkilerin  iyileştirdiği ya da ezdiği kişilikler. “Anne baba arasındaki sevgi çocuğa sevgi olarak yansır. Anne sevgisinden yoksun büyüyenler, içlerine kapanırlar, temel güven duygusunu geliştiremezler.” Psikologlar, ruh bilginleri söylüyor bunları. Özgüven, kendine saygı, ötekine saygı, canlılara saygı, eşyaya saygı.. varlığa saygı… Çocuklukta temellenen nitelikler. Etrafınıza bakın ya da kendi içinize. İnsanların arızaları, hoyratlıkları, vicdansızlıkları, haksızlıkları hep bu yaşanmayan çocukluklardan!...
Çocuklukta ruhunu sevgiyle besleyemeyenler yaşama yenik başlıyorlar zaten. Çok azı daha sonraki öğrenme süreçlerinde bu yenilgiyi zafere dönüştürebiliyorlar. Ne demişti Konfüçyüs: “Bilgiye sahip olarak doğmuş birisi değilim. Yalnızca ÖĞRENMEYİ VE ÖĞRETMEYİ seviyorum.” İnsan en geç olgunlaşabilen bir canlı. Eğer şanslı biriyse tabii ki. Bilgi ve bilgiye verilen değer bu çağa gelinceye kadar çok önemli ve saygındı. Bilginin ve bilgi sahiplerinin (bilgelerin ve bilim insanlarının) saygın bir değeri vardı. Paha biçilemezdi. Şimdi paha biçiliyor, her şey ve herkes parasıyla artık. Johann Fichte yoksul ve eğitimsiz bir kaz çobanı idi. Fichte yürüyerek Varşova’ya gitti, Immanuel Kant’la tanışmak için. Bu yürüyüş iki ay sürdü. Aslında bu tür davranışlar bizim eski ve yeni coğrafyamızda da çok bilinir. Bilgi ve ilim sahipleri pek değerliydiler. Anadolumuzun ozanı Yunus ne diyordu? “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır.” Tarihimizi aydınlatanlar da önce kendilerini bilmek için bilginin peşinde coğrafyaları arşınlamışlardır. Gündüz vakti kandille “adam arayanlar” ne muazzam ve yakıcı mesaj vermişler kendi zamanlarından bizim zamanlarımıza. Bazı mesajlar insanlık tarihi boyunca eskimez. “Nice insanlar gördüm üstünde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” diyen Mevlana ne diyordu? Bilen, aynı zamanda “adam olan”dır. O halde gündüz vakti adam arayanların yadırganacak bir tarafı yoktur. Zira Kutadgu Bilig’de de belirtildiği gibi, “Nadir olan insan değil, insanlıktır.”
Geçelim! 
Thomas Mann 26 yaşında “Buddenbrooklar” adında çok değerli bir kitap yazıyor. Edebiyat dâhisi olarak tanımlanıyor Mann. “Bu kitabı ölmeye niyetli herkese öneriyorum” diyor. “Ölmeye niyetli” derken elbette herkesin “ölümlü” olduğunu hatırlatan bir ifade. Ölüme teşvik değil. “Hayat adlı bu zalim alaycı şey” zaten elimizden çıkmayacak mı? O halde ölmeye niyetli olmaya gerek yok, hepimizi bekleyen mutlak son orası zaten. Kimsenin niyetine, umutlarına, hayallerine, düşlerine, beklentilerine bakmaz ölüm. Yaşamı sonsuz zanneden şark uyanıkları ölümü de öldürecekleri sanrısına kapılabilirler. Ancak, ölüm her yaşayanın uğrayacağı mutlak durak. Bazı durumları ne güzel ifade etmiş Atilla İlhan: “Olmaz, gerçek olamaz bu yaşadığımız, ya sanrı ya sanrıya çok yakın bir şey.” Oysa, sanrı zannettiklerimiz gerçeğin ta kendisi olabiliyor.
Arthur Shopenhauer Thomas Mann, Tolstoy ve Nietzche gibi düşünür ve yazarları çok etkiliyor. Nietzche O’nun için “dinamik ve kederli bir dahi” nitelemesinde bulunuyor. Ah keder! Ne çok yağıyorsun yer yüzüne bazı zamanlar. Kederle dost olan kaderle de sağlam dostluklar kuruyor.
Türlü türlü insanlar geliyor bu dünyaya ve gidiyor. Kimilerinin mezar taşı oluyor, kimilerinin olmuyor. Peki bu türlü insanların mezar taşları, yaşam biçimlerine göre yazılsaydı.. mezar taşında ne yazardı acaba? (Genelde herkes için “iyi şeyler” yazılıyor ama herkes hak ediyor mu acaba bu iyi şeyleri?) Hani cesetleri koyacakları o küçük çukurun üstündeki tabelaya! Bir bilge sormuş kendisine tedavi için giden hastaya: “Alışkanlıklarını/kötülüklerini bırakmıyorsun. Mezar taşın bir köpeğinki ile aynı olacak: Yaşadı, hırladı ve yine yaşamaya devam etti ve öldü. Oysa sen bir insan olarak geldin bu dünyaya…”
Ve devam etmiş:
“Peki ölünce mezar taşına ne yazılmasını istersin? Ahmak, bilge, kahraman, iyiliksever, kibir budalası, insanların görmek bile istemediği, adı batasıca, şizofren, sadist, mazoşist, kendisini üç kuruşluk çıkara satan, karaktersiz, iyi bir dost, koca yürekli, müşfik, vefakâr vs... Veya Halet Efendi için söylenmiş bir sözle şöyle bir mezar taşı nasıl olurdu: “Ne kendi eyledi rahat, ne kimseye verdi huzur.” “Hayat nedir” sorusu üzerinde düşünemeyen ölümü nasıl anlasın? Hayatla ilgili bir not daha düşelim Schopenhaur’dan: “Hayat kalıcı bir çözümü olan geçici bir durum.” Haydi buyrun dilediğiniz yorumu yapın. Sanırım en çarpıcısı,  yaşamın “geçici bir durum” olması. O halde düşenenlerin ya da düşünebilenlerin bütün çabası bu “geçici durumu” anlamlandırarak yaşamaya devam etmek midir? En azından “ölünce adım anılsın iyilikle” diyebilmek midir, düşünebilmek, yaşayabilmek. Veya yaşamın sırlarına ermek.
İki ayaklı hayvana dönüşen ne kadar çok insan var. Tarık Buğra “dik sürüngenler” diyordu romanının birinde. Hayvan dediysem hayvanlar da türlü türlü. Kast edilen olumsuzlamalar bukalemun, domuz, yarasa, yılan, akrep, çakal, köstebek ve sivrisinek gibilerle ilgili sanırım. Antropologlara ve kent tarihçilerine göre insanlar birçok şeyi hayvanları gözlemleyerek öğrenmiş. Ağır olacak ama hayvan bile olamayan insanlar tarih boyunca çokça insanların arasına karışmıştır ve karışmaya da devam etmektedir. Hayvanların tamamı öğreticidir (olumsuz betimlemelere konu olanlar dahil), insanların yaşamlarını kolaylaştırıcıdırlar da. O halde canlı cansız bütün varlıklar ve bu arada elbette insan ve bütün hayvanlar yaşam döngüsünün olmazsa olmaz parçaları. Mesela kirpiler. Bir araya toplandıkları zaman, yakınlığın getireceği sorunlardan sakınmak için dikenlerini kullanırlar. İnsanlar arası ilişkilerde de “mesafe” çok değerli bir kavram. Fazla yakınlaşmak zararlıdır. Çünkü, insanlık tarihi ispat etmiştir ki, “insan insanın kurdudur.” Bunu Thomas Hobbes söyleyince eleştirenler çok. Fakat tarih ve günümüz bu sözü her an doğruluyor. Kabil ve Habil olayı da bu durumu anlatmıyor mu?
Tarih boyunca düşünenlerin çoğu deli muamelesi görmüş sözde akıllılar tarafından. Mesela “İyi yaşamayı öğrenmek için iyi ölmeyi öğrenmek gerek” demiş Sokrates. Çılgınca bir ifade. İyi ölmek ne demek peki? Ya şuna ne demeli: “Ondan vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında kimse hayatın gerçek tadını alamaz.” Hadi, “ondan vazgeçmeye hazır olmak” neyse de “istekli olmak” ne demek? Seneca’ya bunu söyleten neydi? Bu adamlar ne demek istiyorlar? Yaşam insanların çoğu için tapınılası bir durum. Ama umulmadık bir anda elden çıkıveriyor. O halde ölüm korkusuyla mı yaşayacaksın yoksa ölümü kabullenip, “beklenen ve kaçınılmaz sonu bilerek” mi yaşadığın  anları anlamlandırmayı tercih edeceksin? Olmak ya da olmamak.
Nietzche insan hayvan karşılaştırmasını şöyle yapıyor: “İnsan ve inek arasındaki fark: İnek geçmiş ve gelecek kaygısı taşımaz, anı yaşar. İnsan ise talihsizdir. Geçmiş ve geleceğin baskısı altındadır. Çocukluğun “altın günlerini” neden özlemle anarız? Çünkü, yaşamın acı yüzüyle henüz tanışmamışızdır.” Hayatı acılaştıranlar kimler? Hemcinslerimiz, hayatı bir biçimde birlikte yaşadıklarımız. Hadi kestirmeden söyleyelim, toplum denen büyük makine. “Makine ruhsuzdur. O halde toplum da ruhsuzdur” şeklinde bir önermeye çok itiraz gelecektir ama üzerinde biraz düşünmek gerek. Haksız da sayılmaz bu önermeyi geliştirenler.
“Başkalarının istek ve beklentileriyle meşgul olursun, kendini unutursun.” Bu bir biçimde “başkalarının dertleriyle dertlenirsen kendi dertlerini unutursun” demek oluyor. Budizmin kurucusu Buda’nın hikayesinin veya kendini unutmasının böyle başladığını söylerler. Buda, babasının sarayından ilk kez dışarı çıktığında hayatın dehşet verici yönleriyle karşılaştı: Hasta bir insan, ayağı çukurda bir yaşlı ve bir ceset. O ana kadar asla görmediği ve bilmediği “insanlık halleri.” Varoluşun trajik ve korkunç doğasının keşfi böyle başladı ve dünyadan elini çekip evrensel kurtuluşu aramaya başladı. Kurtuluşun yolu da, sefil ve bedbaht insanlara yardım ve ruhlarını eğitmekten geçiyordu. Şems ve Mevlana’nın öyküsü de benzer şeyleri anlatmıyor mu? Kabalığı, hoyratlığı aşma üzerine kurulu bir yaşam. Şems’in mesajı: Bana öğretildi. Öğrendiğim emanetleri yüklendim. Bu emanetleri aktarıp gideceğim dünyanızdan. Ve gitti.
Bir insanın olup olabileceği en değerli yer neresidir? İnsanı insanlaştıracak, yaşamını anlamlandıracak olan nedir? “Saygın bir merhamet gemisi olarak, insanları mutlu limanlara taşımak.” Yeryüzünün her köşesi ve insanlık tarihinin her anı rahatsızlık verici ve acı olaylarla doludur ve öyle olmaya da devam edecektir. Peki bu acıları nasıl azaltabilir insan? “Rahatsızlık verici olaylara sonsuzluğun penceresinden baktığınız zaman acılarınız azalır (sub specie aeternitatis)”. Öyle mi? Evet! Nasıl olacak bu? İnsanlık denizinde bir damla olduğunuzu düşünerek. Milyarlarca yıllık var oluş tarihinin birkaç yıllık diliminde “geçici bir yaşamı üstlendiğinizi” bilerek ve sonsuza kadar dünya denilen gölgelikte yaşamayacağınızı bilerek. Dünyaya ve içindekilere hiçbir biçimde “olmazsa olmaz” muamelesi yapmayarak. Çünkü, yaşam güneşi de batıp gidecek. O halde ‘batıp gidenlerin peşine takılmadan’ bütün tutkulardan, bağlardan.. en iyi ifade edecek sözcükle “hırslardan” arınmak dünya yolculuğundaki acıları azaltacaktır. “Bağlantıları/bağları bırakma sanatını öğrenerek acılardan kurtulma.” Daha fazla dinle, daha az konuş. İyiyi sakla, kötüyü uzaklaştır. Hiçbir şeye bağlanma, bütün bağlarını kopar. Arzularını kontrol et. Yaşam geçip giden bir gösteridir. Her şey geçicidir.”
Büyük acılar, daha önemsizlerin hissedilmesini engeller. Büyük acıların yokluğunda en küçük dertler büyük sıkıntılara dönüşür. Elbette büyük küçük acıların tamamı insandan uzak olursa insan huzur bulabilir. Fakat, huzuru yakalamak için de acılardan öğrenilmesi gerekenleri öğrenebilmek gerekir.
Aslında çağlar boyunca bütün kültürlerde öğütlenen şudur: “Herkes insanlaşma projesi başlatmalıdır ve uygulamalıdır.” Zira insan görünümündeki herkes insan değildir. Yanılgıya düşmemek iyidir de çok yanılgılar yaşarız. “Olabildiğince az şey dilemek/istemek/beklemek, çok şey öğrenmek istiyorum.” Schopenhauer’un bu isteği tam dervişçe bir istek. Evet ama artık günümüz insanı ve koşulları için çılgınca istekler… Eşya yaşamı devam ettirmede bir amaç mı yoksa araç mı? Eşyanın kölesi olan ne kadar mutlu olabilir ki? “En çoğa sahip olma tutkusu” insanlığı azaltır mı artırır mı? Soru çok. Cevap arayan da yok ya neyse.
“Hayat acı çekmektir. Acıya bağlanmalar/beklentiler neden olur (eşyaya, kişilere). Acının panzehiri arzulardan, bağlardan, benlikten, biriktirme isteğinden vazgeçmektir. İnsan ruhunu yücelten ve arındıran şey, öğrenmek. Durmadan öğrenmek. Ve huzur…
Yalnız kalmayı denemek gerekir yaşamın belli dönemlerinde. Bu bir anlamda gece karanlığında düşünce denizinde demlenmek olarak da görülebilir. Yalnızlık karanlıktır ama aydınlığa çıkarır. Yalnızken düşünebilirsin. Kalabalıkların gürültüsü düşünmeye izin vermez. Çünkü, eğer düşünebilirsen “kendini bilme aydınlığı”nın yolunu bulabilirsin. Huzurun kapısı aralık. O kapı yalnızlık koridorunun sonunda.
Duygulara kendini kaptırmak mantığı iptal eder. Özgür ve berrak bir zihne sahip olmak duygusallıkla olacak iş değildir. “Başkasının benimle ilgili görüşü, benim kendimle ilgili görüşümü değiştirmez, değiştirmemeli. Benim değerimi başkalarının bakışı belirleyemez.” Kitlelerin gözü kördür. Kitleler görmez, sürüklenir ve sürükler.
“Hepimiz kaçınılmaz bir mutsuzlukla yaşamak zorundayız. Kötümserlik, gerçekçiliktir.” Ortalama insanın reddedeceği bir saptama. “Hepimiz” ifadesi mutlak genellemecilik olmuyor mu? Yine de “kötümserlik, gerçekçiliktir” ifadesini sevdim. Mutlu kaç kişi var? İdare mi ediyorsun/ediliyorsun yoksa gerçekten mutlu bir yaşam mı sürüyorsun? Mutluluk, beklentilerine göre bir yaşam ve kişilerden mi kaynaklanır yoksa iç barışından ve zihinsel zenginlikten mi? Bu soru da burada dursun.
Gençliğimizdeki neşe ve iyimserlik hali yaşamın zirvesine çıkıp, “zirvenin ötesindeki ölümü görememe durumu”ndan kaynaklanır.  “I know what is to be young but you don’t know what is to be old.” Evet “ben gençliğin ne demek olduğunu biliyorum, ama sen yaşlılığın ne demek olduğunu bilmiyorsun.” “Çünkü zirvenin ötesini görüyorum” diyor bir bakıma Orson Welles. Gençlik ölümsüzlük gibi. Asla akla hayale gelmez bir türlü sonlanacağı. Ancak yaşam acıdır istisna da olsa gençleri de götürür ve ölümü anımsatır. Ama Nietzche “yaşamın ikinci yarısı daha öğreticidir” derken ölümün görünürlüğünün artmasının öğretici olduğundan mı söz ediyor? Sanırım. Nurettin Topçu “insan hata yapıp arınmak için vardır bu alemde” anlamında bir dünya yolculuğu betimlemesi/belirlemesi yapıyor. Zirvenin ötesi göründüğünde hatalar da daha çok görünür oluyor. “Gençliğim eyvah” demeyenler çok yaşayın.
Bizi rahatlatacak olan nedir? “Teleskopun ters tarafından bakma yeteneğimiz varsa” yaşamı ve dünyayı görülmesi gerektiği gibi göreceğiz. Kısacık, geçici, kayıp giden ve elimizde olmayan bir ömrü sonsuz zannetme hastalığından bizi kurtaracak olan nedir? Schopenhauer: “Sonsuzun penceresinden bakmak (sub specie aeternitatis)” dünyayı ve yaşamı ebediyet (sonsuzluk) bakış açısıyla ele almaktır. İnsandan ve toplumdan uzaklaşarak insanı ve toplumu daha iyi anlayabilirsin.” Çıkın bir dağın başına ve şehre bakın. Nasıl bir makinedir şehir? İçinde yaşayanlar ne yapıyor? Zaman zaman bunu denemek gerekir. “Felsefe yüksek bir dağ yoludur. Yukarı çıktıkça ıssızlaşırsın ve bilincin açılır.” Bu öneriler onları algılayabilenlere hitap ediyor elbette.
“Ne zaman insanların arasında katılsam, daha az insan olarak geri dönüyorum.” Çok kişiden benzer ifadeler çokça işitilir. “Az insan çok huzur” gibi günlük dilde de yaygınlaştığı türden. Bu yüzden Erich Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü tam da bunu anlatıyor. “Benlik taşıyan” ve özellikle de “hırslarla hasta” olan insanların ne kadarı iyidir? Yaşam boyunca kaç “insana” rastlanabilir? Adamın biri vitrinleri izlerken vitrinlerin birinde bir papağan görür. “Ne güzel kuşmuş” falan diye saf saf söylenirken, papağan “ne bakıyorsun be” diye çıkışır. Adam “Afedersin hemşerim, seni kuş sandım” der ve oradan uzaklaşır. Fıkralar da gerçeklerden türetilir ya. Artık diyebiliriz veya çoktan demişizdir: “Afedersin hemşerim seni insan sandım/sanmıştım.” Yanılgı yanılgı büyürüz. Yasa bu.
Herkese hatta çoğumuza uymaz bu felsefe. “Benim şarkım uymaz öyle her saza” diyen şair de bunu diyordu. Hayatın dışında kalmak, dünyaya dair hırslardan vaz geçmek hatta dünyadan hiçbir şey istememek en büyük mutluluk kaynağı mı? Dalaverecilerin oyuncağı ve soytarıların maskarası olmak istemeyenler için ilk kural, bu iki yüzlüler dünyasından uzak durmak. Sükûnet ağacında huzur meyveleri yetişir. İnsanlara çok yaklaşırsan tiksinti verici hallerine daha çok muhatap olursun. O halde “kirpi dersini” unutma, fazla yaklaşma ki dikenleri batmasın.
Sevdiğimiz, ruhumuzla sevdiğimiz insanların az ve öz olması daha iyidir. Çoklu bağlar çoklu sorunlar üretir. Sefil ve bedbaht çoktur toplumda. Ve elbette sınırlı zekalılar da. Bazı insanlarla kurulan bütün bağlar kirlenmeyle sonuçlanır. “Daha iyi olan az sayıda insan vardır. Bunlara saygı duyulmalı.” Sevgide ve nefrette azami kontrol iyidir. Aşırılıkların hasarı büyük oluyor. “Güvensizlik, güven içinde olmanın temelidir.” Hiç kimse sonuna kadar güvenilir değildir. “Dikensiz gül yoktur ama gülsüz pek çok diken vardır.” Schopenhauer “Bu yazıları kalabalıklar için yazmadım. Nadir sayıda olan düşünebilen insanlar için yazdım ve onlara saygı duyuyorum” derken çok mu tepeden bakıyordu insanlığın sefil durumuna?
İşte burada ölüm ve sonrası hakkında bir değerlendirmeye de yer vermek gerekiyor: Ölümden sonra doğumdan önceki hale döneceğiz. İnsan binlerce yıllık varolmayıştan sonra birden bire var olur. Ölümden sonra da yine eski haline döner. “Yoktun var oldun, yine yok olacaksın” mı? Yoksa Sokrates’in ve elbette dinlerin dediği gibi farklı bir yaşam mı bekliyor burada bizzat hazırladığımız? Herkes yaşadığının ve yaşattıklarının meyvelerini (iyi veya kötü) yiyecek ölümden sonra. Mevlâna’nın şu dizelerine bir bakalım: “Maden iken öldüm, bitki oldum/ bitki iken öldüm, hayvana dönüştüm/ hayvan olarak öldüm, insan oldum./ Öldüğümde yok olmayacağıma göre, neden korkayım?/ İnsan gibi ölünce, melek olacağım/ Ve meleklikten vazgeçip/ hiç bir aklın ermediği o şey olacağım/ ...Hiç şüphesiz biz O’nunuz ve O’na döneriz.” Mevlâna’nın gözlemi böyleyken, Hegel, “çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kaybolması gereklidir; demek ki var olmanın gerçeği, hem çiçek hem meyva olmaktır” demektedir, “Ölüm, hem yok oluşu, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.” Hemen Steve Jobs’u da anımsayalım: “Ölüm insan için en büyük icattır” demişti. Jobs’un şu ünlü “mezuniyet konuşması” çok etkileyici. O da etkiledi ve gitti nihayetinde. Bu değerlendirmelerde elbette ölmeye teşvik yok. Ölümün yaşamın doğal ve yararlı bir yanı olduğunu açıklama çabası var.
“Hayatın ikinci yarısı daha öğreticidir. Keşke ikinci yarıda değil de ilk yarıda öğrenebilse insan öğrenmesi gerekenleri. Bilgi sınırlıdır, yalnızca aptallık sınırsızdır.” Nietzche ve Einstein öğrenme, bilgi ve aptallık üzerine bu değerlendirmeleri yaparken insan aklının ve çok bilmişliğinin trajedisine de dikkat çekiyorlar. Çok bilmiş sıradanlıklarla kuşatılmış yaşamlarımız. İşte bu yüzden Heidegger’in dediğini kaç kişi yapabilir/yapabildi: “Hayatın sıradanlığına düşmekten kaçınılmalıdır.” Kalplere dokunamayan, zihinsel ve duygusal zenginleşmeyi sağlayamayan, yara saramayan, “biriktirme hastalığıyla geçen” yaşamlar sıradan değil de nedir?
Yaşamın anlamı zihinsel üretkenliktedir. Bu üretkenliği engelleyen her şeyden kaçmak gerekir. “Dünyayı gerçekliğiyle değil, kişiselleştirerek algılarız. Mutlak gerçekliği asla öğrenemeyiz” diyor Kant.
Hırslarınıza sırtınızı dönün. Çünkü, hırslar ve istekler bitmez. Hırslarının kölesi olursan yaşam büyük bir işkenceye dönüşür. Başarmak iyidir, hırs kötüdür.
Dahilerin yaşamı tek kişilik bir dram: Yalnızlık
Kalbinizi sakinleştirmeniz zihninizi tuzaklardan korur. Duygusallık aklın gözünü kör eder.
Bir kedi okşanırsa mırlar, insanlar da takdir edilmelidir. Asgari huzurun ön koşulu teşekkür etmek ve takdir etmek. Tersinden de düşünülebilir: Teşekkür ve takdir edilmek. “Marifet iltifata tabidir” sözünün sırrı da budur. Emek ve yabancılaşma ilişkisini de açıklayan bir değerlendirmedir bu. Emeğinin ve çabalarının karşılığını alamazsan kendine, çevrene, topluma ve toplumsal yapıya yabancılaşırsın.
“İnsan bütün yaşamını kendisini mutlu edeceğiniz sandığı şeyin peşinde geçirir. Amacına nadiren ulaşır. Ulaşsa da çoğunlukla düş kırıklığı yaşar.” 
Nasıl bir yaşam bu bizimki? Durup düşünüyor muyuz? Mezar taşımızda ne yazacak?
Sonnot: Yaşamak güzeldir (Life is beatiful). Var olmanın dayanılmaz güzelliğini yaşam boyu anlamlandırabilme çabaları değerlidir. En iyisi şairlerden esintilerle bitirelim. “Yaşamak umutlu bir iştir.” Umudu hep canlı tutmak gerekir. Her şey yoluna girer. “Yeter ki gün eksilmesin penceremizden.”  

https://www.imdb.com/title/tt0118799/


25 Ekim 2017 Çarşamba

Kitaplardaki İnsanlar ve Kader

Hadi biraz arabesk bir yazı olsun, uzun bir ayrılıktan sonraki ilk yazım...

İlk olarak; 
"Bulutları severmişim meğer" diyor ya Nazım Hikmet, bulutların farkında olmayanların çok da anlayamayacakları ağır mı ağır birşey söylüyor. Mavi gökyüzünün, bereketli yeryüzünün, yağmurun ve bulutların "rutin işleyişleri" ve "sıradanlığı" insanlar için eşsiz bir armağan...
İkinci olarak;
Cemil Meriç'in "tanıdığım bütün iyi insanlar kitaplardaydı" sözünü nasıl anlatsam?
Neyse ki, yeterince iyi insan da tanıdım kitapların dışında, yürek ülkemde bronz heykelleri olan.
Çok tekrarladığım o sosyal medya sözü her geçen gün kendini "mutlak bir hakikat" gibi zihin haritama kazıyor: Dünyanın nüfusu arttıkça insan sayısı azalıyor...
Üçüncü olarak;
Elimde bir kitap... Hiç ilgilenmediğim bir isimden, bir arkadaşım önermese belki de görsem dönüp bakmayacağım bir kitap... O kadar sarsıcı bir kent sosyolojisi ki... Ne sosyolojisi? Aslında psikolojisi, trajedisi, bölünmüşlüğü, cinneti... Paramparça zihinlerin, yüreklerin ve hatta bedenlerin hikayesi:
Tarık Tufan: Beni Onlara Verme
Kitap yer yer kaba bir dille yazılmış ama mekanikleşen yaşamımızın görünmeyen yüzünün fotoğrafları çok sarsıcı olarak sergilenmiş.... 
Bu kitapta mesela, "acıların röntgeni çekilmez, kan tahlillerinde görünmez acılar" gibi bir cümleyi çok sevdim.
Son olarak;
Oğuz Atay'ın Bir Bilim Adamının Romanı ve Amin Maalouf'un ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA adlı kitapları ilk yazacaklarım arasındaydı.,
Kısmetse onları da yazacağım...
Bu belki bir ilk deneme ve iletişim olanağı...


***
Şöyle bitsin bu yazı: Kaderin üstünde bir kader vardır...