Teknoloji insanlığı mahveden bir İblis mi?
Yoksa insanlığın yaşamını güzelleştiren bir iyilik meleği mi?
Bu soruyla ilk kez Ivan Illıch'i okurken karşılaşmıştım.
Öyle ya, ilkel çağlardan günümüze teknoloji sürekli biçim ve işlev değiştiriyor, gelişiyor... Ve aynı zamanda dönüştürücü gücüyle muazzam bir büyücü rolünü oynuyor.
İlkel çağlardaki mutsuzluk ya da mutluluk oranlarıyla, günümüzdeki oranları karşılaştırabilecek bir bilimsel çalışma her halde yapılamaz.
Ancak, olaya genel bir düşünüşle yaklaşılırsa acaba nasıl bir resim ortaya çıkar?
"İnsan denen tuhaf varlık" ifadesini kullanan birçok düşünür ve yazar olmuştur.
İnsan, "tuhaf" çünkü öğrenme yeteneği olmayan bir varlık.
Hemen itiraz etmeyiniz.
Elbette öğrenme yeteneği var. Ama, yalnızca kendi ömrüyle sınırlı.
Kendinden öncekilerin yaşadığı acılar, hüzünler veya mutluluklar hiçbir zaman "insanın yaşamını etkilemiyor" veya daha doğru bir deyimle "ders" olmuyor.
Eğer "ders" olsaydı ya da insanın yaşanmışlıklardan öğrenme yeteneği olsaydı, yeryüzünde milyarlarca insan bu kadar acı çekiyor olur muydu?
İlkel zamanlardan bugüne insan;
Zayıflık ve güçlü yönleriyle aynı,
Sömürmesi ve sömürülmesiyle aynı,
Haksızlık yapması ve haksızlığa uğramasıyla aynı,
Çaresizliğiyle ve çözüm üretmesiyle aynı.
Doğadaki "güçlü olan yaşar" kuralı, toplumda da "güçlü olan yaşar" olarak insanlığın her döneminde geçerli olmuştur. Bu acımasız ve adaletsiz yapı, mikro ölçekten makro ölçeğe, bütün ölçeklerde geçerlidir.
Bir küçük köyden, küresel sisteme kadar...
"Teknoloji" bu durumu daha da derinleştirmekte ve "güçlülerin yaşamasını", "zayıfların sürünmesini ya da yok olmasını" daha da kolaylaştırmaktadır.
Bugün yer yüzünün siyasal, sosyolojik ve kültürel fotoğraflarına bakıldığında bu durum çok bariz bir biçimde görülmektedir.
Bazı düşünür ve yazarlara göre insan denen tuhaf varlık, 19. yüzyılda teknoloji isimli büyücüyle ya da iblisle tanıştı. Çünkü, ulaşım hızlandı ve dünya küçülmeye başladı. Elektriğin keşfi bütün ölçüleri yerle bir etti.
Sokaklar, caddeler, mahalleler aydınlanmaya başladı.
Yaşamın özü ve içeriği hızla değişiyordu.
Zaman ve yer kavramı artık tamamen başka anlamlar kazanıyordu.
Kentler, ülkeler ve sonra kıtalar birbirleriyle haberleşmeye başladı.
Takvimler 1837'yi gösterdiğinde iki İngiliz elektirik akımı ile mesaj iletmeyi başararak insanlığa farklı bir yön çiziyordu.
Artık haberler, yazılar ve düşünceler dünyayı dolaşabilecekti. Nitekim öyle de oldu. Stefan Zweig'ın deyimiyle birçok olay karşısında "dünyanın kalbi aynı anda çarpacaktı..."
İnsanlar birbirini tanıyacak, uygarlık dünyanın dört bir yanına nimetlerini ulaştıracaktı.
......
Bugün, Elon Musk'ın Mars'a ve Ay'a insan taşıyacak olan "Starship"i tanıttığıyla ilgili haberler bütün medya araçlarındaydı.
"İnsan denen tuhaf varlık" önce "turist" olarak uzayın derinliklerini keşfedecek, sonra da yaşam kolonileri kurarak var oluşundan bugüne aradığı huzuru oralarda bulmayı deneyecek (mi?).
Belki... Hepsi ve daha da ötesi olabilecek... Olabilecek şeyler...
Ama bu "tuhaf varlık", canavarlığını, hırçınlığını, adaletsizliğini, hukuksuzluğunu, sömürücü yanını, bitmez tükenmez cehaletini terk edebilecek mi?
Kesinlikle hayır!
Çünkü, bir veri kaynağına göre 18, diğer veri kaynağına göre 62 kişinin serveti dünyanın yarısının servetine eşitse; ilk çağlardan bugüne var olan sömürü ve haksızlık düzeni "uzayın derinliklerinde de" devam edecek demektir.
Bakın yer yüzüne!
Afganistan'dan Libya'ya kadar; Kuzey Kore'den Myanmar ve Doğu Türkistan'a kadar; Suriye'den Yemen'e kadar...
Bütün dünya yoksulluk, her türlü kirlenmişlik, zulüm, adaletsizlik, sefalet altında inim inim inliyor.
Teknoloji neyi değiştirdi, değiştiriyor, değiştirecek.
Ellerde akıllı teknoloji aygıtları var ve bütün dünyayı "insan denen tuhaf varlık" avucunun içine alabiliyor... Ama büyük çoğunluğun bir gram huzuru yok... Çünkü, akıllı teknolojiler akılsızlığı, cehaleti, nobranlığı, bencilliği, ötekileştirmeyi, ayrıştırmayı, adaletsizliği, sömürüyü ortadan kaldırmıyor.
Açlık, küresel ısınma, kentsel ve kırsal yoksulluk... Meta fetişizmi: Marka ve gösteriş tutkusu; görünme hastalığı...
Teknoloji, insanın hiçbir sorununu çözmüyor; yapaylık, kirlilik, yoksulluk derinleşiyor.
Teknoloji, yaşamı göreceli olarak kolaylaştırıyor...
Peki "teknolojik zehirlenme" boyutu?
İnsanın kalbinin ve ruhunun yaralarını tedavi etmek yerine, derinleştiriyor... Ve toplumsal yaralar da kanamaya devam ediyor.
"Dijital ölümsüzlük", "yapay zeka", "nesnelerin iletişimi" hiçbir yaraya merhem olmuyor. Ruhsal bunalım, kuşaklar arası uçurum, tutsak kimlikler, bağımlılık salgını, buyurgan sistemler, tehlikeli ayrışma, ötekileştirme ve soyutlamalar bütün yıpratıcılığıyla devam ediyor.
İnsan, "hırs ve kibir" bataklığında debelendikçe hiçbir teknoloji ve gelişme
insanlığı geniş ölçekte bir mutluluk alanına taşıyamayacak.
Greta Thunberg kızımız çok haklı: Dünya, her şeyden önce bir çevre felaketine doğru hızla koşuyor.
Evet;
"Var biraz da sen oyalan..."
Yaşam oyunu çabuk biter!...
Ne hırs kalır, ne kibir kalır, ne hayal kalır, ne de sen kalırsın...
30 Eylül 2019 Pazartesi
14 Eylül 2019 Cumartesi
YILDIZIN PARLADIĞI AN: FATİH SULTAN MEHMET
İnsanlık tarihini dönüştüren kişilerin sayısı nedir acaba? Sıradanlıktan kurtulan; fetihle, sanatla, bilimsel buluşlarla ve felsefeyle insanlık tarihini yön veren kaç kişi tarihteki seçkin yerini alabilmiştir? Kuşkusuz milyarlarca insan gelip geçmiştir ama öldükten sonra yaşayanların sayısı oldukça azdır. Onlar gökteki yıldızlar ve okyanustaki inciler gibidirler.
Fatih Sultan Mehmet de, yalnızca Türk tarihini değil her yönüyle insanlık tarihini etkileyen ve biçimlendiren parlak yıldızlardan birisidir ve insanlık tarihi boyunca sevenleri ve sevmeyenleri tarafından hayranlıkla anılmış ve anılacaktır.
Stefan Zweig, tarihin kırılma anları ve o anların mimarlarını yazmış, YILDIZIN PARLADIĞI ANLAR isimli kitabında. İlk yıldız olarak da, Fatih Sultan Mehmet'i seçmiş ve İstanbul'un
fethini anlatmış. Türk tarihinin ve elbette Osmanlı tarihinin en büyük hükümdarları arasında seçkin bir yere sahip olan Fatih Sultan Mehmet, bir insan olarak her şeyiyle sıra dışı ve hayranlık uyandıran bir kişi. Fatih Sultan Mehmet de, yalnızca Türk tarihini değil her yönüyle insanlık tarihini etkileyen ve biçimlendiren parlak yıldızlardan birisidir ve insanlık tarihi boyunca sevenleri ve sevmeyenleri tarafından hayranlıkla anılmış ve anılacaktır.
Stefan Zweig, tarihin kırılma anları ve o anların mimarlarını yazmış, YILDIZIN PARLADIĞI ANLAR isimli kitabında. İlk yıldız olarak da, Fatih Sultan Mehmet'i seçmiş ve İstanbul'un
Daha 21 yaşında dünyanın gidişatını değiştiren ve yön veren bir kişidir Fatih. İstanbul'un fethi bir çağın kapanışı ve bir çağın açılışından çok daha büyük bir olaydır. Bütün dünyanın ekonomik, siyasal, toplumsal, bilimsel ve teknolojik yeni ve hızlı bir evreye girmesinin de ana sebeplerinden birisidir. Coğrafi keşifler, rönesans ve reform hareketlerinin bu tarihten sonra ortaya çıkması ve güçlenerek dünyayı değiştiren olgulara dönüşmesi rastlantı değildir.
Stefan Zweig'ın anlatımıyla Fatih ve fetih:
5 Şubat 1451'de bir ulak Manisa'ya geliyor ve babasının öldüğünü haber veriyor. Zeki ve azimli şehzade kimseye haber vermeden en iyi atına atlıyor ve Edirne'nin yolunu tutuyor.
Şehzade Mehmet'in Osmanlı hükümdarı olduğu haberi Avrupa'yı dehşete düşürüyor. Yüzlerce casustan öğrendikleri şudur: Genç sultan İstanbul'u fethetmek için ant içmiştir ve gece gündüz bu işin planlarıyla meşguldür. Askerlik ve siyaset alanında çok maharetlidir. Hem dindar, hem de acımasızdır. Bilim ve sanat adamıdır. Sezar'ın ve diğer Romalıların yaşamını Latince aslından okur. Bu yorgunluk bilmeyen genç Avrupa'yı ve Bizans'ı korkutmaktadır.
İstanbul Roma'nın, Avrupa'nın ve elbette Bizans'ın son pırlantasıdır. Ülkesiz ve gövdesiz bir başa dönüşen İstanbul artık can çekişmektedir. Son Bizans imparatoru Konstantin Dragas'ın sırtındaki hükümdar elbisesi sadece bir hayal pelerinidir. Konstantin Avrupa'dan hemen yardım isteyecektir. Zira, İstanbul Avrupa'nın onurudur. Bizans hemen kavgalı olduğu Roma ve Venedikle barışmaya ve ittifak yapmaya çabalıyor. İstanbul sayesinde Avrupa Birliği düşüncesi ortaya çıkıyor.
Genç Sultan bütün hazırlıklarını tamamlayana kadar hep barıştan söz etmiş, yaptığı anlaşmalara sadık kalacağını açıklamıştır. Keyhusrev'in boğazı geçtiği en dar yerde Rumeli Hisarı'nın inşaası başlıyor. Sonunda 5 Nisan 1453 günün birden bastıran bir seli andıran muazzam bir Osmanlı ordusu Bizans önündeki vadiyi kuşatıyor. Sultan Mehmet seccadesini yere seriyor, Mekke'ye dönüyor ve arkasındaki dev ordu da aynı şeyleri yapıyor. Büyük bir dua yükseliyor. Herkes kuvvet ve zafer için dua ediyor.
Kentin surları üç katlı bir zırh tabakası gibi kenti koruyor. Sultan Mehmet bu duvarları nasıl yıkacağını gece gündüz düşünüyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Teodos surları bir türlü yıkılamıyor. Her ne pahasına olursa olsun, yeni bir saldırı aracı bulmak zorundadır ve bir Macar ortaya çıkıyor; binlerce araba dolusu cevher bu Macar ustanın emrine veriliyor ve dev toplar dökülmeye başlıyor. Dünyanın o zamana kadar tanıdığı topların en büyüğü yapılıyor. Bu "taş atan makine" surları yıkacaktır. Bu demirden canavarlar İstanbul'a binlerce insan ve hayvan gücüyle getiriliyor. Ve bu ağır toplar Bizans surlarını parçalıyor, lokmalara ayırıyor. Sultan Mehmet'in 150 bin kişilik ordusu bütün gücüyle saldırıyor surlardaki deliklerden İstanbul'a girmeye çalışıyor. Çocukların ellerinden tutan yüzlerce kadın kiliseleri doldurup dualar ediyorlar ama hiç kimse Bizans'ın yardımına gelemiyor.
Ceneviz yardımını getiren gemiler görününce Türk gemileri bunların karşısına çıkıyor. Mehmet eğri kılıcını çekerek amiraline "Kaybedecek olursan buraya canlı dönme" diyor. Ceneviz gemileri rüzgarın çıkmasıyla Bizansa ulaşıyor ve halk kısa bir süre için çok mutlu oluyor. Ama o gece dünya tarihinin ender olaylarından birisi yaşanacaktır ve Sultan Mehmetin donanması dağları aşacaktır. Bu hayal zenginliği ve cüret bakımından Anibal ve Napolyon'unkilerle gerçekten boy ölçüşebilir. İmkânsızı gerçekleştiren bir deha o gece gemilerini karadan yürüterek Haliç'e indirmiştir. Bol bol yağa batırılmış yüzlerce yuvarlak tahta teker harekete geçiyor ve bu dev silindirlerin üzerindeki kızaklardaki gemiler Haliç'e iniyor. Yüce olan her şeyde olduğu gibi büyük bir sessizlik ve hesap kitap içinde yürütülüyor gemiler.
Sultan Mehmet usta bir psikolog olarak yüz elli bin insanın savaş arzusunu doruğa çıkarıyor; büyük karargâh boyunca bir çadırdan ötekine atını koşturuyor; kumandanlarını ve askerlerini yüreklendiriyor. Ayasofya'da son ayin yapılıyor ve son dualar ediliyor.
Ve o an;
Osmanlı ordusu muazzam bir uğultu halinde surları dövüyor, saldırıyor ama bir türlü içeri girilemiyor.
Fakat, kimsenin aklına hayaline gelmeyen bir şey oluyor. Türk askerleri deliklerden içeri giriyor fakat bir türlü iç surları geçemiyorlar.
Ama bir unutkanlık her şeyi değiştiriyor. Barışta yayalara ayrılmış olan küçük bir kapı olan Kerkaporta kapısı bir unutkanlık sonucu açık bırakılıyor. Yeniçeriler önce bunun bir savaş aldatmacası olduğunu düşünüyorlar. Fakat hiçbir karşı koymayla karşılaşmadan birkaç yeniçeri ilerliyor. Bizanslılar birden bire Türkleri kendi safları arkasında görünce o kudretli feryat yükseliyor: "Şehir alındı."
İhanete uğradığını sanan savaşçılar limana koşup gemilere binmeye çalışıyorlar. Bizans imparatoru savaşarak can vermiştir artık ve savaş bitmiştir. Herkesin unuttuğu Kerkaporta kapısı dünya tarihinin gidişatını değiştirmiştir.
Bu zafer gününün ikindi vaktinde Sultan Mehmet Fatih olarak şehre girmiştir. Büyük bir ağırbaşlılık ve gururla kır atının üzerinde ilerlemektedir. Ayasofya'nın önüne geliyor, büyük bir alçak gönüllülükle atından iniyor secdeye kapanıyor ve bu büyük zafer için dua ediyor. Bu zafer Roma'da, Venedikte ve Floransa'da korkunç yankılar uyandırıyor. Fransa ve Almanya bu korkunç gök gürültüsünden haberdar oluyor. Ancak, olan olmuştur ve Doğu Roma yıkılmıştır.
Bir insan yaşamında olduğu gibi tarihte de, kaybedilmiş bir anın yanıp yakınma ile bir daha geri geldiği görülmemiştir. Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl bile geriye getiremez.
Ve;
İnsanlık tarihi böylece büyük bir fatihi selamlıyordu... Yeni bir çağ açılmıştı ve insanlık artık yeni bir dönüşüm ve değişim evresine girmişti...
5 Şubat 1451'de bir ulak Manisa'ya geliyor ve babasının öldüğünü haber veriyor. Zeki ve azimli şehzade kimseye haber vermeden en iyi atına atlıyor ve Edirne'nin yolunu tutuyor.
Şehzade Mehmet'in Osmanlı hükümdarı olduğu haberi Avrupa'yı dehşete düşürüyor. Yüzlerce casustan öğrendikleri şudur: Genç sultan İstanbul'u fethetmek için ant içmiştir ve gece gündüz bu işin planlarıyla meşguldür. Askerlik ve siyaset alanında çok maharetlidir. Hem dindar, hem de acımasızdır. Bilim ve sanat adamıdır. Sezar'ın ve diğer Romalıların yaşamını Latince aslından okur. Bu yorgunluk bilmeyen genç Avrupa'yı ve Bizans'ı korkutmaktadır.
İstanbul Roma'nın, Avrupa'nın ve elbette Bizans'ın son pırlantasıdır. Ülkesiz ve gövdesiz bir başa dönüşen İstanbul artık can çekişmektedir. Son Bizans imparatoru Konstantin Dragas'ın sırtındaki hükümdar elbisesi sadece bir hayal pelerinidir. Konstantin Avrupa'dan hemen yardım isteyecektir. Zira, İstanbul Avrupa'nın onurudur. Bizans hemen kavgalı olduğu Roma ve Venedikle barışmaya ve ittifak yapmaya çabalıyor. İstanbul sayesinde Avrupa Birliği düşüncesi ortaya çıkıyor.
Genç Sultan bütün hazırlıklarını tamamlayana kadar hep barıştan söz etmiş, yaptığı anlaşmalara sadık kalacağını açıklamıştır. Keyhusrev'in boğazı geçtiği en dar yerde Rumeli Hisarı'nın inşaası başlıyor. Sonunda 5 Nisan 1453 günün birden bastıran bir seli andıran muazzam bir Osmanlı ordusu Bizans önündeki vadiyi kuşatıyor. Sultan Mehmet seccadesini yere seriyor, Mekke'ye dönüyor ve arkasındaki dev ordu da aynı şeyleri yapıyor. Büyük bir dua yükseliyor. Herkes kuvvet ve zafer için dua ediyor.
Kentin surları üç katlı bir zırh tabakası gibi kenti koruyor. Sultan Mehmet bu duvarları nasıl yıkacağını gece gündüz düşünüyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Teodos surları bir türlü yıkılamıyor. Her ne pahasına olursa olsun, yeni bir saldırı aracı bulmak zorundadır ve bir Macar ortaya çıkıyor; binlerce araba dolusu cevher bu Macar ustanın emrine veriliyor ve dev toplar dökülmeye başlıyor. Dünyanın o zamana kadar tanıdığı topların en büyüğü yapılıyor. Bu "taş atan makine" surları yıkacaktır. Bu demirden canavarlar İstanbul'a binlerce insan ve hayvan gücüyle getiriliyor. Ve bu ağır toplar Bizans surlarını parçalıyor, lokmalara ayırıyor. Sultan Mehmet'in 150 bin kişilik ordusu bütün gücüyle saldırıyor surlardaki deliklerden İstanbul'a girmeye çalışıyor. Çocukların ellerinden tutan yüzlerce kadın kiliseleri doldurup dualar ediyorlar ama hiç kimse Bizans'ın yardımına gelemiyor.
Ceneviz yardımını getiren gemiler görününce Türk gemileri bunların karşısına çıkıyor. Mehmet eğri kılıcını çekerek amiraline "Kaybedecek olursan buraya canlı dönme" diyor. Ceneviz gemileri rüzgarın çıkmasıyla Bizansa ulaşıyor ve halk kısa bir süre için çok mutlu oluyor. Ama o gece dünya tarihinin ender olaylarından birisi yaşanacaktır ve Sultan Mehmetin donanması dağları aşacaktır. Bu hayal zenginliği ve cüret bakımından Anibal ve Napolyon'unkilerle gerçekten boy ölçüşebilir. İmkânsızı gerçekleştiren bir deha o gece gemilerini karadan yürüterek Haliç'e indirmiştir. Bol bol yağa batırılmış yüzlerce yuvarlak tahta teker harekete geçiyor ve bu dev silindirlerin üzerindeki kızaklardaki gemiler Haliç'e iniyor. Yüce olan her şeyde olduğu gibi büyük bir sessizlik ve hesap kitap içinde yürütülüyor gemiler.
Sultan Mehmet usta bir psikolog olarak yüz elli bin insanın savaş arzusunu doruğa çıkarıyor; büyük karargâh boyunca bir çadırdan ötekine atını koşturuyor; kumandanlarını ve askerlerini yüreklendiriyor. Ayasofya'da son ayin yapılıyor ve son dualar ediliyor.
Ve o an;
Osmanlı ordusu muazzam bir uğultu halinde surları dövüyor, saldırıyor ama bir türlü içeri girilemiyor.
Fakat, kimsenin aklına hayaline gelmeyen bir şey oluyor. Türk askerleri deliklerden içeri giriyor fakat bir türlü iç surları geçemiyorlar.
Ama bir unutkanlık her şeyi değiştiriyor. Barışta yayalara ayrılmış olan küçük bir kapı olan Kerkaporta kapısı bir unutkanlık sonucu açık bırakılıyor. Yeniçeriler önce bunun bir savaş aldatmacası olduğunu düşünüyorlar. Fakat hiçbir karşı koymayla karşılaşmadan birkaç yeniçeri ilerliyor. Bizanslılar birden bire Türkleri kendi safları arkasında görünce o kudretli feryat yükseliyor: "Şehir alındı."
İhanete uğradığını sanan savaşçılar limana koşup gemilere binmeye çalışıyorlar. Bizans imparatoru savaşarak can vermiştir artık ve savaş bitmiştir. Herkesin unuttuğu Kerkaporta kapısı dünya tarihinin gidişatını değiştirmiştir.
Bu zafer gününün ikindi vaktinde Sultan Mehmet Fatih olarak şehre girmiştir. Büyük bir ağırbaşlılık ve gururla kır atının üzerinde ilerlemektedir. Ayasofya'nın önüne geliyor, büyük bir alçak gönüllülükle atından iniyor secdeye kapanıyor ve bu büyük zafer için dua ediyor. Bu zafer Roma'da, Venedikte ve Floransa'da korkunç yankılar uyandırıyor. Fransa ve Almanya bu korkunç gök gürültüsünden haberdar oluyor. Ancak, olan olmuştur ve Doğu Roma yıkılmıştır.
Bir insan yaşamında olduğu gibi tarihte de, kaybedilmiş bir anın yanıp yakınma ile bir daha geri geldiği görülmemiştir. Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl bile geriye getiremez.
Ve;
İnsanlık tarihi böylece büyük bir fatihi selamlıyordu... Yeni bir çağ açılmıştı ve insanlık artık yeni bir dönüşüm ve değişim evresine girmişti...
31 Ağustos 2019 Cumartesi
SINANMAK
Yolculuktur yaşam! ...
Sınanmayla geçer bu yolculuk!...
Kendine, zamana, sevdiklerine ve sevmediklerine, fırsatlara, kayıplara, olanaklara, olanaksızlıklara, haksızlıklara, vicdansızlıklara, iyiliğe ve kötülüğe karşı hep sınanır insan...
Her bir insanın yaşam yolculuğu olağanüstü değerli ve üzerinde düşünmeye değer. İnsan muazzam ve aynı zamanda zavallı bir varlık.
Ağlayarak dünyaya adım atıyor ve arkasından ağlanarak uğurlanıyor. Çünkü insan, insan gibi yaşamışsa kaybından büyük hüzün duyulan bir varlık. Bir de insan gibi yaşamamışlar var, tarihin çöplüğüne çöp olarak atılanlar... Hatırlansa bile, lanetle anılacak olanlar. Sınanmanın gizemi burada: Arkada bıraktıklarınla ya lanetlenirsin ya da hep iyilikle anılırsın...
İnsan olarak gelip insan olarak gidebilen, sınanmanın gizeminini bir ölçüde çözmüş demektir. Yaşamın her anıyla, her olanağıyla, her fırsatı ve zorluğuyla; ve elbette kendinizle ve çevrenizle sürekli olarak sınanma durumu var.
***
İnsanın sınanması ilkelerine, değerlerine, beklentilerine ne tür karşılıklar verdiğiyle ilgilidir. Amaçlarının ve araçlarının değeriyle sınanır insan. Bir fani varlık olarak, "insan olmanın" gereklerine ne kadar karşılık verebildi, verebiliyor? "Beyhude dolaştım, boşa yoruldum"la bitiyorsa yaşam, bu sınanmanın sonu hüsran demektir. Vicdanlı, adil, duyarlı, empati sahibi biri olarak yaşama veda edemiyorsa insan, yine sınanma hüsranla bitmiş demektir. Sağlığını, zamanını, boş vaktini ve enerjini iyilik üretmeye harcamadınsa sınavı kaybettin, geçmiş olsun.
Var olmak için doğal olarak bir aile gerekiyor. Ve bu bir minnet gerektiriyor, borç durumu ortaya çıkarıyor. Varlığı anlamlandıran kurumdur aile. O aile, toplumsal değerleri aktaran bir eğitim kurumu aynı zamanda. İnsan, o ailenin büyüklerinin emekleriyle bütün gelişim süreçlerini yaşıyor. İnsani değerlerle donanmış bir aile kuşkusuz sağlıklı bireyler yetiştirir.
Anne baba, çocuğunu her zaman iyi görmek ister. Her bakımdan kendine yeten, vefalı, çevresine duyarlı, sorumluluk sahibi bir insan bir ailenin en değerli mirasıdır. Anne baba veya bütün akrabalar için hayal kırıklığı olmak mı, onur duyulacak bir kimliğe ve kişiliğe sahip olmak mı? Sınanmanın farklı bir alanı...
İnsanın topluma karşı sınanması: Toplumla barışık yaşayabilmek mesela. Sosyal adalete katkı sunmak, sosyal sorumluluk sahibi olmak, "ötekileştirmeden, yargılamadan, dışlamadan" kamusal alanı paylaştıklarına "iyilikle" katkı sunmak... Sınanmanın farklı bir türü.
İnsanın milletine, ülkesine ve ülkesinin değer yargılarına karşı sınanması vardır: Toplumu, toplumsal birlikteliği oluşturan uzun bir geçmiştir, tarihtir; ortak acılardır, sevinçlerdir. İnsan kültürel kodlarıyla da sınanır. Mankurtlaşıp bilincini kaybettiğin zaman, bu sınavı da kaybettin demektir. Makyavelist yaklaşımlarla "amaç için her araç meşrudur" diyerek yaşarsan milletine, ülkene ve ülkenin değer yargılarına en büyük kötülüğü yapmış olursun.
İnsanın, insanlık ailesine de borcu vardır. O da, o büyük insanlık ailesinin vicdanlı, adil, çalışkan bir üyesi olabilmekle ilgilidir. Ve elbette bütün insanların değer yargılarına saygı göstermekle ilgilidir.
Ve;
Bireyin bu kadar farklı boyutta sınanması varken, toplumun milletin sınanması yok mudur?
Vardır elbette!
Toplum vicdanını kaybetmişse, adalet terazisi sürekli eksik tartıyorsa; insanların, kurumların birbirine güveni yaralıysa; yoksulun, mağdurun, kimsesizin sayısı artıyorsa; bireylerin gelecek kaygısı bütün kaygıların önüne geçmişse; liyakat ve ehliyet yerine kayırmacılık ağır basıyorsa, toplum da, ülke de, ülkenin değerleri de ağır bir sınanmadan geçiyor demektir.
Nurettin Topçu, "Var Olmak" isimli eserinde "Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak" derken, asıl kazancın gönüllerde kaybetmenin de her türlü "çıkarcılıkta" olduğunu söylüyordu. Yanlış mı? "Sonunda dünyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünüyle görüyoruz. Böylece sefaletimize boyun eğiyoruz."
Nurettin Topçu'yla devam edelim: Sezar'la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı. Ne kaldı onlardan geriye? İnsanlığın kalbine gayz, kin, intikam ve düşmanlık tohumlarını attılar. Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götüren gönüller. Sokrat zindanda, Hallaç darağacında zafer kazandı. Mevlana ve Mehmet Akif kıyamete kadar gönüllerde yaşayacaklar..."
Birey de, toplum da, ülke de, bütün bir insanlık da tarihe karşı sınanır; vicdana karşı sınanır; insanlığın evrensel birikimlerine yani vicdana, adalete, empatiye, hakkaniyete karşı sınanır...
Tarih insanların, toplumların, ülkelerin ve insanlığın vicdanının sınanmalarının tarihidir...
Başka da bir şey değil!
***
"Kalbinizin karanlığından korkuyorum" diye yazmış birisi sosyal medyada. Çok çarpıcı bir cümle...
Kalp karardı mı, kara kalbin sahibi zaten kaybetmiştir.
Ama kara kalplilerin sayısının artması ve dayanışma içine girmesi birey için de, toplum içinde büyük kaygılar oluşturur.
Ne mutlu kalbi aydınlık olanlara...
Merhameti olmayan insan kaybetmiştir.
Nurettin Topçu'nun bu yakıcı değerlendirmesi ile bitireyim:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)