31 Ağustos 2019 Cumartesi

SINANMAK

Yolculuktur yaşam! ... 
Sınanmayla geçer bu yolculuk!...
Kendine, zamana, sevdiklerine ve sevmediklerine, fırsatlara, kayıplara, olanaklara, olanaksızlıklara, haksızlıklara, vicdansızlıklara, iyiliğe ve kötülüğe karşı hep sınanır insan...




Her bir insanın yaşam yolculuğu olağanüstü değerli ve üzerinde düşünmeye değer. İnsan muazzam ve aynı zamanda zavallı bir varlık. 

Ağlayarak dünyaya adım atıyor ve arkasından ağlanarak uğurlanıyor. Çünkü insan, insan gibi yaşamışsa kaybından büyük hüzün duyulan bir varlık. Bir de insan gibi yaşamamışlar var, tarihin çöplüğüne çöp olarak atılanlar... Hatırlansa bile, lanetle anılacak olanlar. Sınanmanın gizemi burada: Arkada bıraktıklarınla ya lanetlenirsin ya da hep iyilikle anılırsın...
İnsan olarak gelip insan olarak gidebilen, sınanmanın gizeminini bir ölçüde çözmüş demektir. Yaşamın her anıyla, her olanağıyla, her fırsatı ve zorluğuyla; ve elbette kendinizle ve çevrenizle sürekli olarak sınanma durumu var. 



***

İnsanın sınanması ilkelerine, değerlerine, beklentilerine ne tür karşılıklar verdiğiyle ilgilidir. Amaçlarının ve araçlarının değeriyle sınanır insan. Bir fani varlık olarak, "insan olmanın" gereklerine ne kadar karşılık verebildi, verebiliyor? "Beyhude dolaştım, boşa yoruldum"la bitiyorsa yaşam, bu sınanmanın sonu hüsran demektir. Vicdanlı, adil, duyarlı, empati sahibi biri olarak yaşama veda edemiyorsa insan, yine sınanma hüsranla bitmiş demektir. Sağlığını, zamanını, boş vaktini ve enerjini iyilik üretmeye harcamadınsa sınavı kaybettin, geçmiş olsun. 



Var olmak için  doğal olarak bir aile gerekiyor. Ve bu bir minnet gerektiriyor, borç durumu ortaya çıkarıyor. Varlığı anlamlandıran kurumdur aile. O aile, toplumsal değerleri aktaran bir eğitim kurumu aynı zamanda. İnsan, o ailenin büyüklerinin emekleriyle bütün gelişim süreçlerini yaşıyor. İnsani değerlerle donanmış bir aile kuşkusuz sağlıklı bireyler yetiştirir.  

Anne baba, çocuğunu her zaman iyi görmek ister. Her bakımdan kendine yeten, vefalı, çevresine duyarlı, sorumluluk sahibi bir insan bir ailenin en değerli mirasıdır. Anne baba veya bütün akrabalar için hayal kırıklığı olmak mı, onur duyulacak bir kimliğe ve kişiliğe sahip olmak mı?  Sınanmanın farklı bir alanı...



İnsanın topluma karşı sınanması: Toplumla barışık yaşayabilmek mesela. Sosyal adalete katkı sunmak, sosyal sorumluluk sahibi olmak, "ötekileştirmeden, yargılamadan, dışlamadan" kamusal alanı paylaştıklarına "iyilikle" katkı sunmak... Sınanmanın farklı bir türü. 


İnsanın milletine, ülkesine ve ülkesinin değer yargılarına karşı sınanması vardır: Toplumu, toplumsal birlikteliği oluşturan uzun bir geçmiştir, tarihtir; ortak acılardır, sevinçlerdir. İnsan kültürel kodlarıyla da sınanır. Mankurtlaşıp bilincini kaybettiğin zaman, bu sınavı da kaybettin demektir. Makyavelist yaklaşımlarla "amaç için her araç meşrudur" diyerek yaşarsan milletine, ülkene ve ülkenin değer yargılarına en büyük kötülüğü yapmış olursun.

İnsanın, insanlık ailesine de borcu vardır. O da, o büyük insanlık ailesinin vicdanlı, adil, çalışkan bir üyesi olabilmekle ilgilidir. Ve elbette bütün insanların değer yargılarına saygı göstermekle ilgilidir.

Ve;
Bireyin bu kadar farklı boyutta sınanması varken, toplumun milletin sınanması yok mudur?
Vardır elbette!
Toplum vicdanını kaybetmişse, adalet terazisi sürekli eksik tartıyorsa; insanların, kurumların birbirine güveni yaralıysa; yoksulun, mağdurun, kimsesizin sayısı artıyorsa; bireylerin gelecek kaygısı bütün kaygıların önüne geçmişse; liyakat ve ehliyet yerine kayırmacılık ağır basıyorsa, toplum da, ülke de, ülkenin değerleri de ağır bir sınanmadan geçiyor demektir. 

Nurettin Topçu, "Var Olmak" isimli eserinde "Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak" derken, asıl kazancın gönüllerde kaybetmenin de her türlü "çıkarcılıkta" olduğunu söylüyordu. Yanlış mı? "Sonunda dünyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünüyle görüyoruz. Böylece sefaletimize boyun eğiyoruz." 
Nurettin Topçu'yla devam edelim: Sezar'la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı. Ne kaldı onlardan geriye? İnsanlığın kalbine gayz, kin, intikam ve düşmanlık tohumlarını attılar. Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götüren gönüller. Sokrat zindanda, Hallaç darağacında zafer kazandı. Mevlana ve Mehmet Akif kıyamete kadar gönüllerde yaşayacaklar..." 

Birey de, toplum da, ülke de, bütün bir insanlık da tarihe karşı sınanır; vicdana karşı sınanır; insanlığın evrensel birikimlerine yani vicdana, adalete, empatiye, hakkaniyete karşı sınanır...
Tarih insanların, toplumların, ülkelerin ve insanlığın vicdanının sınanmalarının tarihidir... 

Başka da bir şey değil!

***
"Kalbinizin karanlığından korkuyorum" diye yazmış birisi sosyal medyada. Çok çarpıcı bir cümle... 
Kalp karardı mı, kara kalbin sahibi zaten kaybetmiştir. 
Ama kara kalplilerin sayısının artması ve dayanışma içine girmesi birey için de, toplum içinde büyük kaygılar oluşturur. 
Ne mutlu kalbi aydınlık olanlara...

Merhameti olmayan insan kaybetmiştir. 
Nurettin Topçu'nun bu yakıcı değerlendirmesi ile bitireyim:
"Merhamet bütün evrene yayılmış ilahi bir cevherdir. O sevginin kaynağıdır. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur!"





31 Temmuz 2019 Çarşamba

ACELE GENELLEMECİLİĞİN SEFALETİ ÜZERİNE

İnsan, "genelde" genellemecidir. "Toptancılığı" severiz. Etiketler  geçeriz. En zayıf yanımızdır. Aşil'in topuğudur bu ve hepimizde bulunur. Ancak,
kitlelerde bu bir yazgıdır, karakterdir, tutumdur ve tavırdır. Acele genellemeler sonucunda masum olan cani olur, cani olan masum olur. Melek şeytan olur, şeytan melek olur. 
İnsan neden genellemecidir? Neden düşünüp taşınmadan aceleyle genellemecilik yapar? Çünkü, kolaycılık, yaşama dürtüsü ve her türlü çıkar beklentisi buna zorlamaktadır. Genellemeler yapmazsa, genellemeci grubun ya da gücün yanında yer almazsa varlığını ve çıkarlarını devam ettiremeyeceği kaygısını taşır. 
"Hiçbir toplum ya da topluluk ne tamamen iyidir, ne de tamamen kötüdür." Çünkü, sonuçta bütün toplumlar ve topluluklar "insanlardan" oluşmaktadır. İnsanın da, organizma ve ruh olarak dünyanın bütün coğrafyalarında "çok büyük benzerlikler" gösterdiği, aynı türün bir üyesi olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İnsanı üstün yapan, vicdanlı bir varlık olabilme kapasitesidir. Ayrımcılık, ötekileştirme, yalnızlaştırma, lanetleme hem insanın doğasına hem de ilahi yasalara aykırıdır. Böyle olduğu içindir ki, "insan hakları" kavramı son yüzyılların üzerinde uzlaşılan çok önemli bir değer olarak yükselmiştir. Mesela Anayasamızın onuncu maddesi "Herkes dil, din, ırk, renk, mezhep, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç ve benzeri nedenlerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir"  demektedir. Ama bu anlayış hiçbir toplumda genel kabul görmez.  Uygulama her zaman farklıdır ve ne eşitlik ne de adalet göreceli olarak bile özüne uygun olarak yaşama alanlarına yansımaz. İslamiyet son ilahi din olarak belirli bir ırka, coğrafyaya, topluma ve topluluğa hitap etmek yerine, bütün insanlara hitap eden bir din olarak gelmiştir. Ancak, İslamiyetin yaşandığı coğrafyalar (en azından günümüzde) ayrımcılık ve bölücülük konusunda büyük facialar yaşamaktadırlar. Mezhep, ırk veya başka nedenlerle insanlar birbirleriyle ölümüne mücadele etmektedirler. Bir anlamda bu coğrafyalarda yaşayanlar "acele genellemelerin köleleri" durumundadırlar. Çünkü, İslamiyet "akıl"a büyük önem verdiği halde, sanki akıl bu coğrafyalardan göç etmiş durumdadır.  Bilimsel yöntem araştırmayı, şüphelenmeyi, test etmeyi öngörür. Aklın ve vicdanın gereği de budur. Karşısındakilerin kimliği ve aidiyeti ne olursa olsun bir insan olduğunu ve bir hukuku olduğunu hiçbir zaman düşünmemek, tamamen kısıtlı düşüncelerin köleliğinden kaynaklanmaktadır. En büyük kölelik, düşünce köleliğidir. Zihinlere vurulan prangalar görünmezler. Myanmar'da Hinduların yaptığı veya Afrika'da çeşitli dinlerin ve milletlerin birbirine yaptığının, Bosna'da olanların Suriye'de olanlardan hiçbir farkı yoktur. Dinler, diller aynı da olsa, ayrı da olsa, "genellemecilik" ve "ötekileştirme" nükleer bomba gibi toplumları hızla yok oluşa sürüklemektedir. Ötekileştirmelerin olduğu coğrafyalarda bütün evlerin bacalarından acı, ızdırap ve hüzün yükselmektedir. Değişmez!

Gelişmiş toplumlar ve gelişmiş insanlarda "sorgulama" yeteneği de gelişmiş olduğu için genellemecilik çok da yaygın zararlara neden olmamaktadır. En azından "kamusal akıl" genellemeciliğin hasarlarının asgariye indirilmesi için aktif bir biçimde varlığını hissettirmektedir. 
Bu insanlığı kurtarmakta mıdır? Hayır!
Çünkü, entellektüellerde de genellemecilik vardır. Acele genelleme entellektüel kibrin büyük ayakbağı olarak kendini gösterir. Acele genelleme, dehanın bile kendini çarpıp parçalayabildiği bir kaya olabiliyor. Batılı entellektüeller için de "acele genelleme köleliği", öz değerlerini ve birikimlerini inkâr biçiminde yansıyabiliyor.  Çünkü, birçok kişisel ve kurumsal tutumda, olaylara ve olgulara bakış "Batı ve ötekiler" olarak kendini gösteriyor. Böyle olunca da, insanlığın "evrensel birikimlerinin en iyi temsil edildiği" Batı, insanlık için bir umut olmaktan çıkıyor. Amin Maalouf'un Çivisi Çıkmış Dünya isimli eseri bu konuyu oldukça güzel  ve ayrıntılı işlemektedir.

Peki "insanlık ailesi" ne zaman bir aile olduğunu hatırlayacak? Antik çağ düşünürlerinin dediği gibi Tanrı Güneşi, ayı, dünyayı ve bütün varlıkları yalnızca belirli bir ırk, din, dil, toplum ve topluluk için yaratmamıştır ki! Bütün bir insanlık için yaratmıştır ve yarattığı olanaklardan da hiç kimseyi yoksun bırakmamıştır. Bütün yoksunlukları ve kötülükleri üreten insandır. Dini, dili, ırkı, rengi, inanışı, coğrafyası fark etmiyor.

Einstein'a atfedilen "Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur" sözü ne kadar doğru. İnsanlar artık önyargılarının ve acele genellemelerinin sefil köleleri olarak yaşamaktadırlar ve bunun farkında bile değildirler.

Cemil Meriç, "Batı aklın, Doğu hikmetin (bilgeliğin) vatanıdır" demişti. Aslında bir zamanlar aklında mekanıydı Doğu. İnsanlığa çok değerli katkılar sunabilmişti. Bugünkü manzarada ne akıl görünüyor, ne vicdan, ne ahlak, ne hukuk, ne de hikmet... 

Kolayca "etiketleme sefaleti", insanlığın yıkımıdır. Acele genellemeler ve etiketlemeler bir kısım insanlar, gruplar ve topluluklar için kazançlı olabilir. Ancak, toplumlar, ülkeler ve insanlık için telafi edilemeyecek kayıplara neden olabilmektedir. 

23 Temmuz 2019 Salı

İNSAN UNUTUR!

Bir ara Heinrich Böll'ün Frankfurt Konferansları isimli çok eski basım bir kitabı elime geçti. Almanya'nın ve Almanların dramını anlatan; milletleri
yücelten ve çökerten durumları tutarlı bir biçimde ortaya koyan bir kitaptı bu. Almanya'nın Weimar Cumhuriyeti dağıldıktan sonra faşizme teslim olduğu 1933-1945 yılları için "Almanlar kültürleri zedelenmiş bir millet" betimlemesi yapıyor kitap. Almanlar ne yaptı ki, kültürleri zedelendi? Faşizmi iliklerine kadar yaşadılar, onlarca milyon insanın ölümüne neden oldular da ondan. "Zedelenmemiş ve hasar görmemiş kültür" yaşamdan yanadır. Cehalet ise ölümden yana... Almanlar bu dönemde otomata dönüştü; birşey tasavvur edemediler, düşünemediler. Yalnızca yukarıdan gelen emirlere teslim olan robotlara dönüştüler. Oysa, "birşey tasavvur edebilmek (hayal edebilmek, tanımlayabilmek, tasarlayabilmek), kültürlü olmanın en yüksek düzeyidir" diyor Böll. Haksız da sayılmaz.
Kitlesel yıkımlar ve acılar düşünceyi öldürür. Düşünce öldüğünde kültür ölür, insan ölür. Yıkımdır bu! 

Ve bu durumu Adorno çok yakıcı bir biçimde ifade ediyor: "Auschwitz'den sonra artık şiir yazılamaz." Daha da ileri gidiyor ve "Auschwitz'den sonra insan artık nefes alamaz, yiyemez, sevemez, okuyamaz" diyor. 
Auschwitz nedir peki? Nazi zulmünün zirve yaptığı toplama ve soykırım kampı. Şu anda Polonya'da bulunuyor. Soykırım müzesi olarak bütün dünyanın ziyaretine açık. Almanya'da yüksek lisans yaparken Polonyalı bir arkadaşımın daveti üzerine Auschwitz'i görme olanağı bulmuştum. Orada yaşananlar ve yaşatılanlar insanlığın en büyük ve unutulmaz utançları olarak tarihe kazındı. Weimar'ı ziyaret ettiğimde de ilginç bir anekdot anlatmışlardı. Savaş sonrası Almanya'yı işgal eden Amerikalıların bir subayı Weimarlı bir vatandaşa soruyor: "Burada bu kadar zulüm olurken neden hiç müdahale etmediniz." Vatandaş diyor ki, "Bizim bunlardan haberimiz yoktu...." Bunun üzerine Amerikalı subay, "Ben on bin kilometre uzaklıktan duydum da siz nasıl 60 kilometre uzaklıktaki bu kıyımı duymadınız?" 

Auschwitz'in kapısında ne yazıyordu? Şindler'in Listesi filmi gibi birçok filmde hafızalara kazınan o ünlü slogan: "Çalışmak, özgürleştirir. (Arbeit macht frei!)" O dönemin toplama kampı sorumluları insanları öldürerek özgürleştiriyorlardı! 
Peki gerçekten Auschwitz'den sonra "şiir yazılamadı" mı? İnsanlar "nefes alamadı" mı? Daha da ötesi "yiyip içemedi, nefes alamadı, okuyamadı" mı? Adorno haklıydı; bu öylesine bir acıydı ki, insanın bütün duygularını kilitliyor ve insanın "ne kadar kötü olabileceğini, kötülüğün zirvesini" gösteriyordu. 

Ama ne oldu?
Herkes unuttu Auschwitz'i. Çünkü, dünya kapitalizme ve gündelik zevklere yenik düştü. "Çalışmak özgürleştirir" zalimliğinin yerini "tüketim özgürleştirir" zalimliği aldı ve insanlar başkalarının acılarına karşı tüketim kültürü sayesinde duyarsızlaştı. Tüketim kültürü adeta insanlığı uyuşturdu. 
Oysa "İnsanı insan yapan onun dili, sevgisi ve de birbirlerine olan bağlılığıdır ve bu unsurlar insanı kendisiyle, başkalarıyla ve Tanrı'yla ilişkilendirir" diyordu Böll. İnsanın tarihsel dramı günümüzde o ünlü ifadeyle "post truth" bir drama dönüştü. Yaşamıyor, ama yaşıyor zannediyor. Düşünmüyor, ama düşünüyor zannediyor. Vicdansız, ama vicdanlı olduğunu zannediyor. İki yüzlü ve hatta çok yüzlü, ama son derece dürüst görünüyor. Son derece bencil, ama özverili ve empati düşkünü rolünü muazzam oynuyor. Kötülüğün en profesyonelini yapıyor, ama muazzam mazlum rolü oynuyor. Otomata dönüşmüş, ama beyin taşıdığına inanıyor. İnsanlığı terk edeli çok olmuş, ama insan rolünü mükemmel oynuyor. İnsanların arttığı, insanlığın gittikçe tükendiği çağı düşünebilenler iliklerine kadar yaşıyor. 

Beyaz Köpek Balığı Derili Takım Elbiseli Adam isimli romanda Kral Faruk ve Nasır dönemi Mısır'ı ve Ortadoğu'da yaşanan acılar yürek burkucu bir biçimde anlatılıyor. Limon Ağacı isimli roman ise gerçek olaylara dayanan sarsıcı bir Filistin dramıdır. Tarihe tanıklık ediyormuş gibi yaşıyor insanlar, ancak sinemada bir film seyreder gibi. Bütün gerçeklikler insanlar için artık bir film, kurgusal bir roman, popüler bir roman. "Tüketiyorum o halde varım" felsefesi her şeyi anlık tüketen insanları anlatıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Ancak bunlar ötekiler için "anlık hayretler, anlık şaşırmacalar, anlık hüzünler, anlık empatiler, anlık insanlaşmalar vs..." 

Artık fikri sabit haline gelmiş kanaatim:
Yeryüzünde şaşıracak hiçbir şey yok aslında. Kadim kültürümüz bize ne öğretmişti? "İnsan nisyan ile malüldür." 
İnsan, unutur!
Ve yine kutsal kitabımız ne diyor?
"İnsan zalim ve cahildir."
Bütün dünya, bütün coğrafyalar üç aşağı beş yukarı benzeri yıkımları yaşar. Yaşayanlar, yaşadıklarıyla kalır. Ötekiler izler.
Ve hayat devam eder...