30 Mayıs 2020 Cumartesi

Semerkant: Nizamülmülk ve Selçuklu Sultanları

Kent doğar, büyür, ihtişamlı zamanlar yaşar; gün gelir ölür ve nekropolise dönüşür. İnsanın yazgısı ile kentin yazgısı birlikte yürür. Saltanatlar, ordular, bilginler, sanatçılar, buluşlar, alt üst oluşlar, doğumlar, ölümler, kuruluşlar, yıkılışlar, krallar, imparatorlar, fetihler, monarşiler, cumhuriyetler, demokrasiler, aşklar, acılar... 'Birey'e, 'toplum'a ve 'devlet'e dair ne varsa, hepsi kenttedir, kentledir ve kentlilerledir. Her kent, bir doğum ve ölümdür; sevgidir, nefrettir; kavuşmadır, ayrılıktır; kuruluştur, yıkılıştır...
Semerkant, bir dönemin Buhara, Horasan ve Taşkent'i gibi hem İslam coğrafyasını hem de dünyayı ışıklandıran sembol Türk kentlerinden birisiydi. Romanlara konu olan, efsaneleriyle tarih olan bir kentti Semerkant. İhtişamlı zamanlarından yalnızca bir kaç asaletli iz barındıran ve şimdilerde adını sanını çoğunun bilmediği bir kent, okuduğunuz bir romanla kendisine aşık edecek kadar gizemli ve muhteşem bir geçmişle karşımıza çıkabiliyor. Ben de (ne yazık ki), ününü çok eski zamanlarımdan bilsem de, Semerkant'la böyle karşılaştım.  
Kentler üzerine yazılmış çok sayıda romana rastlayabilirsiniz. Ama Amin Maalouf gibi bir kalemden Semerkant'ı okumak demek, tarihi bütün boyutlarıyla yaşamak ve o dönemin aktörleriyle özdeşleşmek, konuşmak, tarihle akmak demek... Nizamülmülk gibi bir efsane devlet adamı; Anadolu'yu yurt yapan Sultan Alparslan; Tuğrul ve Çağrı Beylerin bilinmeyenleri; Sultan Melikşah'ın devlet adamlığı ve nihayet Ömer Hayyam gibi bir dehanın dolaştığı coğrafyalar ve talihsizlikler...  Selçukluların bir zamanlar yurt edindiği Tebriz ve Isfahan'ın büyüleyiciliği geçmişten bugüne uzanıyor.

Amin Maalouf, 
Sultan Alparslan döneminden başlayarak Orta Asya şehirlerini, hükümdarlarını, saray entrikalarını, zaferleri, yenilgileri ve elbette tarihi ihanetleri çok güzel anlatıyor.

Roman'daki bazı kısımlardan kesitler ve yorumlar:
Cengiz Han, Doğu'nun başına çöken en yıkıcı afetti. Pekin, Buhara, Semerkant gibi şehirleri yeryüzünden kazıdı. Semerkant gibi bir bilim, kültür ve irfan yurdu da Cengiz eliyle yeryüzünden neredeyse silinmişti. Kısa sürede bütün coğrafyaları ezip geçen Cengiz Han, Türk, İslam ve Çin kültürünün ürettiği evrensel bilginin büyük kısmını yok etti. Kaleleri yıkmakla, insanları öldürmekle yetinmedi; yüzlerce yılın birikimi eserleri ve kütüphaneleri de yaktı, yıktı.

O Semerkant ki;
"Ve şimdi gezdir gözlerini Semerkant'ın üzerinde! Değil mi ki o yeryüzünün ecesidir. Alıp tüm diğer kentlerin yazgı iplerini eline, çıkmamış mı hepsinin üstüne gururla?" Edgar Allan Poe (1809-1849).

Ne güzel bir kent tanımı:
Semerkant, Dünyanın ezelden beri Güneşe çevirdiği en güzel yüz.

Kentlere özgü övgülerin en güzellerinden birisi de İstanbul için yapılmamış mıydı?

"Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır."

Şair Nedim, İstanbul'u paha biçilemez değerde görmekte ve bir taşına Acem mülkünü feda etmekteydi.
İnsanların o zamanki, bu zamanki ve gelecekteki koyu cehaletleri ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi:
"Hiç, bildikleri hiç, bilmek istedikleri hiç..." Ömer Hayyam
İnsanların kör cehaletle, önyargıyla, bilgisizlikle yaşaması günümüze özgü değil, bütün çağların en devasız derdidir. Bilmez; bilmediğini de bilmez. Cehaletin en kötüsü...

"Gözlerini, kulaklarını ve dilini korumak istiyorsan; gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut!" Semerkant Kadısı Ebu Tahir. "Görme, duyma ve konuşma" öğüdü sanırım koltuğunu, menfaatini korumanın ve hayatta kalmanın bir yolu olarak önerilmiş... Makyavelizmin farklı bir versiyonu.

"Mekke, Semerkant, Şam ve Palermo: Dört kent. İsyan yıldızı altında doğmuşlardır. Hz. Muhammed Mekkelilerin kibrini kılıç zoruyla yendi." İnsanların olduğu kadar, kentlerin kibirleri de var muhakkak. Kentlerimiz, memleketlerimiz, toplumlarımız bazen 'putlaştırılır." Sanki, Güneş sistemleri, aylar, yıldızlar ve bütün evren bizim, ailemizin, köyümüzün, kentimizin, toplumumuzun var olması için var edilmişler gibi ezeli bir yanılgıyla yaşarız. Oysa, insanlar her yerde insandır. İnsanı, kenti, toplumu yücelten yalnızca "insanlığa kazandırdıkları", bütün insanlığın kabul ettiği evrensel değerlerdir.

"Değildir yoksul, azla yetinmeyi bilen..." Ö. Hayyam
İbni Sina'dan sonra tıp, astroloji, matematik, fizik ve kelâmda dönemin en iyisi Hayyam.
Tuğrul ve Çağrı Beyler'in birisi "öfke"yi, diğeri "itidal"i temsil ediyor. Bir savaş sonrasında Nişabur'da Tuğrul Bey kendisini öldüreceğini söyleyerek Çağrı Bey'i zulümden vazgeçirmiştir. Ölümsüz olduğunu zannedenlere, "ölümlü" olduğunu bilen birinin "adaleti" canı pahasına öğütlemesi paha biçilemez bir erdemdir. 

Çağrı Bey'in oğlu Sultan Alparslan, Alparslan'ın oğlu Melikşah. Selçuklu tarihine damga vuran bu sultanlar kısa zamanda büyük fetihler yapmışlardır. Abbasi halifeleriyle anlaşarak geçici de olsa, bir barış dönemi yaşanmasını sağlamışlardır.

Sultan Alparslan, çok kısa bir zamanda Kars'taki Ani kentini (1064) fethetmiş, ardından Diyarbakır'a geçmiş ve tarihi değiştiren zaferlerden birisini Malazgirt'te (1071) kazanmıştır. 
Sultan Alparslan'ın sonu ve ölmeden önceki sözleri oldukça trajik:

"Daha dün bir tepenin üstünden birliklerimi teftiş ediyordum. Onların adımlarının altında yerin sarsıldığını hissettim ve kendi kendime 'Şu Cihanın hâkimiyim! Benimle kim boy ölçüşebilir?" dedim. Allah bu kibrime karşı insanların en sefilini, yenilmiş, esir düşmüş bir adamı, bir idam mahkûmunu saldı üzerime; o benden daha güçlü çıktı, vurdu devirdi beni tahtımdan, aldı canımı." 
Ve 43 yaşında iken, tutsak aldığı kale komutanı tarafından öldürüldü.

"Ecel çıkıverir pusudan;, benim, ben diye!." Ö. Hayyam

"Hiçbir şeye şaşırma, hakikatin de insanların da iki yüzü vardır." Selçuklu sultanları Alparslan ve Melikşah'ın büyük veziri Nizamülmülk.

Nizamülmülk, başkalarına istediği hareketleri yaptıran kuklacı gibiydi. Suskunlukları dillere destandı. Devlet adamı yetiştirmek için okullar açtı, sultanların her zaman en iyi idarecisi oldu.

Melikşah'ın otağı ve başkenti Isfahan. 
"Isfahan, nısf-ı cihan." Cihan'ın (dünyanın) yarısı demek, Isfahan demek. O dönem 60 kervansarayı , 200 sarrafı ve kapalı çarşılarıyla dünyayı büyüleyen bir kent Isfahan. 

Dönemin bilgini ve seyyahı Ömer Hayyam'ın romanda geçen bazı şiirleri ve sözleri:

"Geçip gidiyor o asude gençlik çağı/ 
Ömrümün ağızda bıraktığı tat da acı.

Iztıraptan belin büküldüğünde/ 
Dünyanın üstüne ebedi bir gece çöksün istediğinde/ 
Yağmurun ardından ışıldayan yeşilliği düşün/
Düşün bir çocuğun uykudan uyanışını.


Ne bilginler geldi, neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar...
Hangisi yarıp geçti bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uykuya daldılar.

Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitti mi oyun, mezardayız hepimiz.

Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun;
Çok uzun bir hikâyeyi özetlemek gerekirse;
Derim ki, çıkmış ummanın derinliklerinden,
Sonra umman yutuvermiş onu yeniden. 

Cennet de sende, Cehennem de.

Hiçbir sultan benim kadar mutlu, hiçbir dilenci benim kadar mutsuz değildir."

Bir dönemi ve aktörlerini tanımak için "iyi romanlar" da oldukça iyi kaynaklardır; okumayı sevenler için. 



11 Mart 2020 Çarşamba

SOKRATES'İN SAVUNMASI

Ünlü filozof Epiktetos bir köledir. Sahibi sürekli işkence yapar. Bir gün Epiktetos'un bacağını bir mengeneye sıkıştırır. Epiktetos der ki, "Daha fazla sıkarsan kırılacak". Sahibi sıkmaya devam eder ve bacak kırılır. Epiktetos sakin bir şekilde "Sana kırılacak demiştim ,bak kırıldı" der. Kötülükler karşısında iki seçenek vardır: Ya Epiktetos gibi bilgelikle ve kadercilikle karşılamak, ya da "göze göz dişe diş kuralı"nı uygulamak ki, ikinci seçenek hukuk'tur. "Sokrates'in Savunması'nda" da görüleceği üzere, Sokrates de, Epiktetos'un yolunu benimsemiştir. Hangi yolun "son tahlilde" daha doğru olduğuna nasıl karar vereceğiz?

Bu giriş'ten sonra Sokrates'in savunmasına geçebiliriz:

İyi insanlar ölmez! Peygamberler, filozoflar, şairler, büyük mazlumlar, büyük fatihler... Kötü insanlar da ölmez. Tarihe bakınız, hepsi yaşıyor. İyiler insanlığın onur sayfasında, kötüler de insanlığın rezillik sayfasında... Terazi, vicdandır!
En zayıf yanımız isimlere, aidiyetlere, sembollere, farklılıklara karşı aşırı ön yargılı olmamız. Kendi aidiyet zindanlarımızda veya daracık zihinsel hücrelerimizde genellikle önyargılarla yaşarız.  Mesela, sözkonusu olacak olan "Sokrates" mi, hemen zihinsel ve duygusal olarak duvar öreriz ve hiç ilgilenmeyiz, ötekileştiririz. Biraz yakından bakabilsek, her insanın hikâyesinde kendi hikâyemizden bir parça buluruz oysa. Tarihin her döneminde, her yerde ve her kültürde, insan hep aynı insan. Yaşadıkları hep aynı. Coğrafyası, kimliği fark etmiyor. Aidiyetler, renkler, ırklar, kültürler değişiyor ama yaşananlar hep aynı. Dünyanın her coğrafyasından öğrenilebilecek çok şey var. 

Evet, bu yazıda konu Sokrates ve Sokrates'in ölüm anı. Bu anları en iyi anlatan bölüm, Platon'un "Devlet" isimli kitabının çevirisinin önsözü. Sabahattin Eyüboğlu tarafından 1940'lı yıllarda yapılan çeviri en iyisi.


Milattan önce 399'da 71 yaşında ölüm cezasına çarptırılıyor Sokrates. Güle oynaya ölüme gidiyor. Dostları ve yakınları üzülürken o gülüyor. Çünkü, yaşamın ölüm ve sonrasıyla bir bütün olduğuna inanmış. Mevlana'nın Şeb-i Arus diye nitelediği ölümü bir anlamda Sokrates de öyle yorumluyor ve gidiyor. Güle oynaya, dünyayı kötülere bırakarak "bir başka yaşama gidiyorum" diyerek ayrılıyor kötülerin dünyasından,  
***
Her iyi insanın başına gelebildiği gibi, Sokrates  de çekemeyenleri tarafından iftiraya uğruyor ve 500 kişilik Atina Meclisi'nde yargılanıyor. Sözde yargıçlar iftiracıların yanında. 220 karşı oya rağmen 280 kişinin onayı ile "baldıran zehiri içmek suretiyle idamına" hükmediliyor. O dönemin "demokratik yargısı" da iftiracıların beklentisini karşılıyor. Sokrates'in savunması bütün çağlara ışık tutabilecek nitelikte. Savunmadan bazı alıntılar özetle şöyle:
- Atinalılar, beni suçlayanların (iftira atanların) sözleri o kadar yalan ve aldatıcı ki, kendi hesabıma onları dinlerken beni öyle bir anlattılar ki, az kalsın kim olduğumu unutuyordum, kendimi tanıyamadım. Fakat onlar doğru tek kelime bile söylememişlerdir. Ama ben hep gerçeği söyledim ve şimdi de söyleyeceğim.
- Bu yalanları uydurabilmek için, doğrusunu söylemek gerekirse  insan çok utanmaz olmalıdır.
- Kötülükleri ve fenalıkları yüzünden önce kendilerini bile inandırmaya çalışan ve sizleri bütün suçlamalara inandıran insanlar, uğraşılması en zor olanlardır. 
- "Sen de herkes gibi olsaydın bu dedikodu ve suçlamalar olmazdı" diyenler var. Fakat bu benim karakterime aykırı.
- Benim suçum bazı alanlarda fazla bilgi sahibi olmak, insanları kandıranları, topluma kötülük yapanları uyarmak. (Doğal olarak düşmanlıklarını kazanmak...)
- Asıl bilen Tanrı'dır. Ben yalnızca yaşamın her alanıyla ilgili birşeyler öğrenmeye çalışan meraklı bir insanım. 
- Bana iftira atan yalancılardan Meletos şairlerin, Anytos politikacıların, Lykon da hatiplerin garezine tercüman olmuştur (onlar adına iftiracı olmuşlar ve bu rezil davranışı sergilemişlerdir.) Ben açık sözlü ve içten olduğum için benden nefret ettiler.
- Bana karşı kin, düşmanlık ve çekememezlik... İftira ve düşmanlığın nedenleri bunlardır.
- Hakikaten değerli olan bir kimse "yaşayacak mıyım, yoksa ölecek miyim" diye düşünmemelidir. (Bu kaygıyı yaşamın bilincine ulaşanlar taşımazlar.) İçinde "dürüstlük ateşi" olan kişi ölüm veya yaşam konusunda kaygılanmaz. Kaygılanması gereken, bir şeyi yaparken doğru mu eğri mi, iyi bir insan olarak mı kötü bir insan olarak mı yapıp yapmadığıdır. Truva'da "Hektor'dan sonra kaderin seni bekliyor" dediler Aşil'e. Yani, "öleceksin dediler. O da, "onursuzca yaşamayı seçemem. Bundan sonra hemen ölebilirim. Düşmanlarımdan intikamımı alırken onurluca ölmeyi tercih ederim" dedi.
- İnsanların en büyük korkusu olan ölümün hakikatte büyük bir iyilik olmadığını kim bilebilir? İnsanlar en büyük kötülük olarak gördükleri şeyin en büyük iyilik olup olmadığını bilemezler.
- Ömrüm oldukça düşünce (felsefe) ile uğraşıp, bunu her önüme gelene de anlatacağım, ancak Tanrı'ya baş eğerim. Ben sadece iyi insanlara kötülük yapmanın kötü ve onursuzca bir davranış olduğuna inanırım.
- Ben vücudunuza, servetinize değil ruh terbiyenize önem vermenizi istiyorum.
- Ölmem lazım gelirse bin kere ölmeye razıyım. Yolumu asla değiştirmeyeceğim. Ben her zaman size şunları söylemeye devam edeceğim: "En büyük parayı, en büyük onuru, en büyük şanı kazanmak için sınırsız bir endişeyle davranıyorsunuz. Ama ruhunuzun gelişimi ve bilinç sahibi olma konusunda bir çaba göstermemekten utanmıyorsunuz. Para erdem getirmez. Ama erdem her türlü iyiliğe ulaştırır."
- Benim gibi bir adamı öldürmekle beni değil, kendinizi öldürmüş olacaksınız. Çünkü, adaletten sapacak ve haksızlık yapacaksınız. Böylece kötü ve rezil Meletos gibileri ödüllendireceksiniz.
İnsana, yurttaşa özgü erdemleri öğreten biriydim. Bana sürülmeye çalışılan lekelerin neden kaynaklandığını anlatayım. 
- Ben Atinalıları yanlışlarından dolayı dürtükleyen bir at sineğiyim. Yanlış yaptıklarında onları hep rahatsız ettim.
- Dostum Homeros'un dediği gibi "Tahtadan veya taştan yapılmış değilim. Nihayetinde ben de bir insanım. İnsan ana babadan dünyaya geldim ve bir ailem var."
- Şuna inanmalısınız ki sayın yargıçlarım, mühim olan ölümden veya cezadan kurtulmak değil, haksızlıktan sakınmaktır. Çünkü, haksızlık ölümden daha hızlı koşar, toplumu zehirler, toplumu öldürür. Bana haksızlık edenler, kötülük yapanlar ömür boyu vicdanlarında kötülük ve haksızlık cezasıyla yaşayacaklar. 
- Ölümün kötülük sayılması yanılgıya düşmektir. Ölen kimse ya hiçliğe, yokluğa eriyor, hiçbir şey bilmez oluyor ya da denildiği gibi ölüm bir değişmedir; bulunduğumuz yerden ruhun bir başka yere göçmesidir. Ölüm her duygunun kısılması, sönmesiyse; deliksiz bir uykuya benziyorsa, ne eşsiz bir kazançtır ölmek.
- Öte yandan ölüm bizi buradan başka bir yere götürecek geçit ise, orada bütün insanlar toplanıyorsa, bundan daha büyük iyilik olur mu sayın yargıçlar?
- İyi bir insana yaşamı süresince de, öldükten sonra da hiçbir kötülük gelmez. Kötülük sanılanlar iyiliğe döner, Tanrı korur onu.
- Ayrılmak zamanı geldi artık, yolumuza gidelim: Ben ölmeye, sizler de yaşamaya. Hangisi daha iyi? Tanrı'dan başka kimse bilmez bunu!
- Izdırapsız bir yaşam, yaşanmaya değmez.
- Ruh efendi, beden köledir. Ruh ölümsüz, beden ölümlüdür. Tanrı'nın ve ruhun bilincine varanlar ölçülü ve korkusuzdurlar.

*** Ölüm cezası verildikten sonra Sokrates:

"Doğruyu söyleyen ve yaşayan öbür dünyada ölümsüz olacak. O halde ey dostlarım eğer beni öldürürlerse sakın üzülmeyin. Kimseye borcum yok. Dostum .... bir horoz borcum var. Benim adıma onu öderseniz bu dünyadan borçsuz giderim. 
Müsaade edin yan odada yıkanıp temizleneyim." 
Ve sonra baldıran zehrini kendi içti. Odada biraz dolaştı. Dostlarına gülümsedi. Zehir etkisini göstermeye başlayınca yavaşça uzandı ve hayata veda etti. 

Sokrates adaleti, iyiliği, bilinçli olmayı, kamu yararını savunduğu için sonsuza kadar iyi anılacak bir isim olarak tarihe geçti. Ya ona iftira atma ve haksızlık yapma rezilliğini ve sefilliğini gösterenler? 
Onlar da sonsuza kadar lanetle, tiksintiyle, nefretle anılacaklar, anılıyorlar. 
Hayat hep böyledir ve böyle devam edecek...
Yaşamın kuralları, kodları ve aktörleri hiç değişmiyor. Uygarlık hikâyesi ne kadar değişse de...


4 Kasım 2019 Pazartesi

Yalnızlık ve Yaşamın Yanılgılarına Dair

(Yalnızlık, alınyazısının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu bir yoldur. Herman Hesse)

İnsan, sosyal bir varlıktır  ve insanın yalnız olamayacağı herkes tarafından kabul edilmiştir. "Herkes" kim? Kendisine verilen yaşam armağanını olması gerektiği gibi "rutinleriyle ve bir anlamda sıradanlıklar toplamıyla" tamamlayabilenler sanırım "herkes" sınıflandırmasının içine girer. Bu "herkes" doğar, büyür, sonunda yaşlanır ve ölür. İz bırakamadan, hafızalarda uzun süre yer etmeyecek bir biçimde çeker giderler bu dünyadan. Bu belki de dünyaya gelenlerin en büyük başarısıdır. Normal bir hayat yaşayıp ölmek... Ancak, insana dair gerçeklikler de değişiyor artık. İnsanın sosyalliği de yalnızlığa doğru evriliyor. Bir tam anlamıyla yalnız olanlar, bir de kalabalıkların ve toplumsal olanın içinde yalnız olanlar var. Yalnızlığın olağanlığı, sıradanların kalabalıklığı ve belirleyiciliği eşyanın tabiatı.

Düşünenler var bir de, kalabalıklar içinde yalnız... "Herkes" gibi yaşamayı başaramayanlar, herkesin ve her şeyin ötesine geçebilenler. Olayları, insanları ve yaşama dair her şeyi farklı algılayan, gören ve yorumlayanlar. Tarih boyunca bu tür insanlar hep var olmuştur. Filozoflar, bilgeler, ermişler, ozanlar vs.

Bu kategorideki insanlar "herkesin" göremediğini gören ve gördükleriyle de bir yaşam ve dünya tasarımı oluşturan ve böyle olduğu için de genellikle yalnızlaşan insanlardır. Kalabalıkların ve sıradanlıkların dışındadır bunlar. J. J. Rousseau'yu çoğumuz biliriz. Yaşamının sonuna doğru aradığı huzuru yalnızlıkta bulan ve yaşadıklarını "Yalnız Gezenin Düşleri" diye kitaplaştıran Rousseau, aslında düşünebilenlerin ve yalnızların kaderinin tercümanı olmuştur. "Düşünmek" çünkü dünyanın ağır işidir ve her bünyenin terazisine uygun değildir.

Rousseau'nun yalnızlık, yaşam, ölüm, insanlar, eleştiri, umut gibi konuları nasıl yorumladığına bakalım:
- "Eleştiri" söz konusu olduğunda akıl çıkar ortaya. Demek ki, eleştirebilenler akıl denen mekanizmayı kullanabilenlerdir. Siyasi düşünceler tarihinde çok önemli bir yeri olan "Toplum Sözleşmesi"ni 1762'de yazmış ve ömrünün sonuna doğru bildiğimiz görüşlerinin çok dışında şaşırtıcı belirlemeleri olmuştur. Şu cümleleri için kitaplar yazılabilir: "İlerleme ve bilimsel gelişme insanın mutluluğuna katkı yapmamış, eşitsizliği artırmıştır. Uygar insan özgürlük ve erdemi lüks yaşam ve tüketim uğruna bir kenara bırakmıştır." 
Bu düşüncelerin eskimezliği ve muazzam tespitler olduğu bugünkü insanlığın sefil durumundan anlaşılmıyor mu?

Şimdi gelelim Rousseau'nun tanımladığı acılara ve yalnızlığa: "Acı, ölüme yakın olma, bireysel mutluluğu ve iç huzuru arama, kişiye özgü bir erdeme duyulan gereksinim, toplumsal olandan kaçma arzusu uyandırıyor/uyandırdı.." 

Kalabalıkların ruhu yoktur. Kitleler düşünmezler, sürüklenirler. Toplumsal olan karşısında birey, zaman zaman vahşi bir ormanda yırtıcı sürülerin saldırısına maruz kalan yalnız bir ceylan gibidir. Toplum bir makinedir ve öğütür. Doğru olana bakmaz; popüler olana, güncel olana, rağbet görene ve moda olana bakar. 

Ve sonunda o durağa gelir "düşünen insan":
"Soğuk, hüzünlü düşler... Küskünlük, yalnızlık ve tarihin dışına itilme..." Çünkü, kalabalıklar seni öğütmek istiyor, kendine uydurmak istiyor. Sense "var olmak" istiyorsun. Kalabalıkların genel kabullerine ve saplantılarına rağmen kendin olmak istiyorsun.

Rousseau, yıkıcı ve yıpratıcı düşüncelerden sonra huzuru bulur. Daha ileriye gider ve neredeyse hem topluma ve hem de yaşama sırtını döner: "Dünyada benim için her şey sona erdi. Burada artık bana ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Bu dünyada korkacağım ya da umacağım hiçbir şey kalmadı. Bu dünyaya yabancı bir gezegenden düşmüş gibiyim. Yüreğim bedbahtlığın ateşinde temizlendi."
Buraya Nurettin Topçu'dan bir cümle: "Yaşam,  arınma/olma yolculuğudur." Demek ki, "bedbahtlığın ateşinde temizlenen yürekler" arınabiliyor.

Roussau insanların iki yüzlülüğü, ihaneti ve bilumum kötülükleri karşısında "Tanrı adildir; O acı çekmemi istiyor. Fakat masum olduğumu biliyor. İşte O'na güvenmemin nedeni bu. Şikayet etmeden acı çekmeyi öğrenelim; sonunda her şey yoluna girecek."
Çünkü, yaşam bir anlamda bir savaştır: "Doğduğumuzda girdiğimiz savaş meydanından ölünce çıkarız." Ne savaşı bu? Her şeyden önce elbette kendini bulma ve var olmanın bilincine erme savaşı.

"Öğrenmeyi istediğim zaman, başkalarına öğretmek için değil kendim bilmek istediğim için öğrendim. Mutsuzluk (veya sorunlarla dolu bir yaşam) şüphesiz çok büyük bir öğretmendir ve dersleri de pahalıdır."

Düşünüyorsunuz... Yaşama dair farklı şeyler algılıyorsunuz, görüyorsunuz ve en büyük yanılgınızı yaşıyorsunuz: Etrafın da, kalabalıkların da sizinle birlikte olduğunu zannediyorsunuz. Sonra sabah oluyor ve bakıyorsunuz kalabalıkların derdi ile sizin derdiniz hiçbir biçimde örtüşmüyor.
Günaydın o halde: "Boş umutlardan kurtulunca artık kendimi esas ve süreklik zevkim olan kayıtsızlığa ve zihin dinlendirmeye bıraktım. Dünyayı da, şatafatını da terk ettim... tutkularla arzuları da kalbimden söküp attım.
İnsanların budalaca düşüncelerine ve kısacık ömrün küçücük olaylarına gereğinden fazla önem verdiğimi gördüm. Dereye düşen bir tüy, suyun akışını bozabilir mi? Küçük olaylar da hayatın akışı içinde önemsizdir."
Rousseau, yaşamın sonlarına doğru bir derviş gibi bu düşüncelere ulaşmış ve huzuru bulmuş. Çoğunluğun tarzı, "doğru olan" değildir her zaman. Toplumdan ve çevresinden gördüğü kötülükleri yorumlama biçimine bakalım: "Felaketimde bana güç veren ancak masumluğumdur ve bu yegâne kaynaktan mahrum olup kötülüğü seçemem. Kötülük etme sanatında onlara yetişebilir miyim? Yetişsem de yapacağım kötülük hangi derdime iyi gelir? Kötülük yaparsam ancak kendime olan saygımı kaybederim."

Konfüçyüs, Buda, Sokrates, Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi insanlığın ve yaşamın sırlarını çözenler de aynı düşünceleri dillendirmemişler miydi?

Rousseau da ömrünün son mevsiminde aynı yoldan ilerliyor: "Sabır, itidal, adil davranış insanla anılacak olan iyi niteliklerdir ve bunların sürekli zenginleştirilmesi gerekir. Yaşlılığımın geri kalanına adadığım konu yalnızca budur. Daha erdemli olarak yaşama veda edebilirsem ne mutlu bana! Yaşamını gerçek uğruna tehlikeye atabilmek erdemdir (vitam vero impendenti). Borçlu olduğumuz gerçek, adaleti ilgilendiren gerçektir."
"Kalbin huzur içinde olması ve hiçbir tutkunun bunu bozmaması gerekir. Hareket olmadan hayat sadece aşırı bir uyuşukluktur. Mutlak bir sessizlik/hareketsizlik kedere sürükler. Bu ölümün görüntüsüdür."
Herkesin unuttuğu ve asla kaçamayacağı mutlaklık; hayatın bitiş düdüğü: ÖLÜM

Herkesin kendine sorması gereken bir soruya dair de Roma İmparatorlarından Vespasien'i (M.S 71) örnek veriyor: "Vespasien yeryüzünde 70 sene geçirdim, sadece 7 yıl yaşadım demiş."

Evet, çok önemli bir soru: Yüz yaşında da ölseniz, gerçekte "kendiniz olarak" kaç yıl yaşarsınız? Veya şimdiye kadar kaç yıl yaşadınız/yaşadık?