Dücane Cündioğlu'nun Cenab-ı Aşk kitabı, insanın varlık
serüvenine ayna tutuyor.
Biraz farklı sözcüklerle...
Yaşamın zorluklarına karşı hangi zihinsel donanım bizi biz yapabilir, koruyabilir, yaşam yolculuğumuzu esenlikle tamamlamamızı sağlayabilir?
Aşk?
İnsana mı, Allah'a mı?
Aşk insanı mı (mecazi aşk), Allahı mı (ilahi aşk) anlatıyor?
***
Kendini arayan insan!
Amacını arayan insan!
Aramayı arayan insan!
Aramadan gafil olan insan!
Ne olduğunu, neye yaradığını, niçin yaşadığını düşünmekten aciz insan!
***
Kitap'tan devam edelim:
- "Izdırap olmadan hiç aşk olur mu?" Nurettin Topçu'nun "Izdırabın Allaha yolu" diye bir kısa makalesi vardı. Varlığın çilesini çekmeden yolu bulamazsın. "Düşünüyorum o halde varım" felsefesi, "Varım, o halde bir amaç için" anlamını taşımıyor mu?
- "Öyle ya, aşk almadan vermenin, verdikçe yücelmenin, yaşamak için vermeyi ibadet bilmenin adı değil mi?" Neyi vermek? Benliğini, varlığını, varidatını... Çünkü, hiçbir şeye sahip olmadan geldin ve yaşam yolculuğuna başladın. Giderken de yalnızca karşılık beklemeden verdiklerin, özverili yaşamın; yüzünü güldürebildiğin, yüreğini serinletebildiğin insanların bir dua gibi adını anmaya devam etmeleri seni yaşatacak ve madde olarak hiçbir şeyi beraberinde götüremeyeceksin.
- "Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen." Bütün dünya sensin, bütün alem sensin. Her şey sende başlıyor ve sende bitiyor. Kendinin farkına var, kendi değerini bil.
- "Bir bilsen a güzelim, nice yüz suları döktüm ardından." Arayan, bulan, ızdırabın tadını alan yüz suları döker. Fakat, bilmesi gerekenin dışındakiler bilse ne olur, bilmese ne olur.
- Neyzen Tevfik diyor ki, " Şunu derkeyledim ancak ki, bârım kendi kendime." Izdırap, aramak ve aradığını bulamamak ızdırap ehlini bu noktaya getirir: Anladım ki, kendim kendime ağır bir yüküm... Dermanım derdimdir. Derman arayanların çoğunun vardığı liman: "Derdim bana derman imiş. Boşuna derman aramışım derdime..."
Yunus Emre, "Bir gönüle gir, has cevher ondadır, sanma ummandadır" diyor... Gönüllerimiz ve gönüller...
***
Kader, yazgı... Üzerinde en çok konuşulan tartışılan kavramlar... Kimileri için isyan sebebi, kimileri içinse tevekkül ve teslimiyet...
Ancak, sanırım şu sözcükler (Dücane Cündioğlu'nun ifadeleriyle) konuyu çok esaslı anlatıyor. En azından bana göre... Elbette herkesin farklı pencerelerden baktığını biliyorum ve çok da doğal karşılıyorum.
İşte, yazgıya dair o ifadeler:
"Olan, olmalıydı!
Olacak olan, olur!"
Böyle düşünülmediğinde "keşkeler, eğerler, ahlar" insanın ömrünü kısaltır; hem kendisinin hem de çevresinin yaşamını Cehenneme çevirir. Ne geçmiş için ah etmenin bir anlamı var, ne de gelecekle ilgili kaygıların... Çünkü, bir irademiz var ancak "olan oluyor" ve "olacak olan da değişmiyor..."
Tasavvuf felsefesinde (Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli) bunun adı teslimiyet, bunun adı tevekkül...
Cündioğlu şöyle bir metaforla konuyu anlatıyor: Gencin birisi bir yaşlıya soruyor "Nasılsın amca iyi misin?" "Ne yapalım evladım, emaneti dolaştırıyoruz işte..." Can emaneti her tende, her bedende dolaşıyor. Ne zaman beden hapishanesini terk edeceğini ise, emaneti taşıyanlar bilmiyor...
***
"Kein Ersatz, deine Droge bist du!"
Başka hiçbir şey arama, senin ilacın yine sensin. Cevabını aradığın soruların cevapları sendedir...
"Kendine kendinde bir yer açmalısın..." Öyle ya, aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu işgal eden insanlar, kavramlar, olaylardan kendimize bir yer bulabiliyor muyuz? Kendimizi dinleyebiliyor muyuz?
Herbert Marcuse'un o sözü: "20. yüzyıl insanı yaşamıyor, yaşamı yalnızca izliyor..." Sanırım, "kendine kendinde yer açmayanlar" var oldukça bu yakıcı değerlendirmeler her devir insanı için geçerlidir...
***
- "Özleyebilmek için kişinin bir özü olması yetmiyor, bu özü fark etmesi de gerekiyor."
- "Niçin kendinizle ve biraz da kendiniz hakkında konuşmayı denemiyorsunuz?"
- "Ayrılık, hasret, acı, aşk= Kişinin kendisiyle tanışması..."
-"Aşk, ızdırabın meyvesi ve ödülü..."
***
Teknolojik zehirlenme, "insanlığı, düşünceyi, düşünmeyi, 'insanın kendisiyle tanışmasını', insanın erdemlerini ve insancıllığı" öldürüyor...
Ve insan yalnızca kendi yaşamını izleyen bir varlığa dönüşüyor.
Cenab-ı Aşk kitabı düşünenlere farklı bir pencere açabilir.
Bu bir olasılık...
Her olasılık, bir umuttur...
Değerlendirmek birşey kaybettirmez...
Akif Çukurçayır blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Akif Çukurçayır blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Nisan 2019 Pazar
19 Nisan 2019 Cuma
BU ÜLKE
Cemil Meriç, BU ÜLKE'de kendisi gibi arafta kalmışların
durumuna tercümanlık yapıyor. Meriç herkesin sahiplendiği, ama hiç bir ideolojiyle, dolayısıyla tarafla bütünleşmeyen bir zihin. O bir fikir işçisi. Dünyanın bütün çilesini, ızdırabını, çelişkilerini bir zehir gibi içmiş, bu uğurda gözlerini kaybetmiş. Ama sonunda düşüncenin izini sürenlere "ateş böceği" değil, "güneş" olmayı başarmış bir düşünce adamı.
Düşünce ustası olmak zor iş. Bunun için ilk iş ızdırap adamı olmak, yaşamın her anında ızdırap yudumlamak gerekiyor. Izdırap yıllarını anlatırken yakıcı sözcüklerle tasvir ediyor: Aç ve tek... Gurbet ve açlık...
Sene 1942... Rüyalarımın hepsi çiğnenmiş. İşim yoktu, param yoktu, dostum yoktu...
Ve elbette:
"Kitaplar vatanımdı, kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim." diyecekti. "Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız..."
"Hayatım bir trajedidir" derken, bütün hayatının "bilgisini, zamanını ve kalbini vermekle geçtiğini" söylemeden edemiyordu.
Ne güzel "aydın" tanımlaması yapıyor:
"aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur. Aydının görevi karanlıkları aydınlatmaktır.
Türk aydının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemektir.
Tanzimat'tan beri hazır elbise giyiyoruz.
Tek ortak duygu: Düşmanlık... Diyalog yok...
"Derslerimde de, konuşmalarımda da ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı.
Sağ okumuyor, sol diyalogdan kaçıyor. Boşuna bağırıyorum.
Benim kuvvetim mümkün olduğunca tarafsız oluşumdan geliyor.
HAYATIMI İKİ KELİME ÖZETLER: ÖĞRENMEK VE ÖĞRETMEK...
"Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır." Daniel Defoe
Kavga insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Slogan ilkelin ideolojisidir.
Karanlık kinlerin, birbirine saldırttığı, çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. DÜŞÜNCE İLE ÇIĞLIK BAĞDAŞMAZ. Yabani bağırır, medeni insan konuşur.
Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını 1789'da fark etti.
Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdivendir kelimeler.
Kelime kendimi seyrettiğim dere.
İNSANLAR IŞIĞA, HAYATA, SONSUZA DÜŞMAN.
Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.
***
İnsan, nisyan.
Yaşar ve unutur...
Yaşar ve yine unutur...
Unutkanlık değirmeninde öğütülür durur...
Karakter erozyonuna mübteladır bir de insanların çoğu...
Gerçi bunları insan saymayanlar da var ya...
Sadece "varlık" ve "var olma" hakkında düşünenler için birer imge, yansıma, özne, nesne veya hiçliğin sembolüdür onlar.
Ve yaşam devam ediyor:
9 Nisan 2019 Salı
İSLAM MEDENİYETİ TARİHİ
İslam dünyası, aslında birçok bilimsel buluşa, felsefi gelişmeye ve teknolojik gelişmeye öncülük etmişti bir zamanlar. Bugünkü gibi kan ve gözyaşı coğrafyası olmadığı zamanlarda bütün dünyaya bilginin, erdemin, iyiliğin, insanlığın, hakkın ve hukukun öğretildiği dönemleri yaşıyordu. İslamın erken dönemlerinde birçok yıldız isim hem bilim ve teknolojide hem de yönetimde çok önemli başarılar elde etmişlerdi.
Fuat Köprülü'nün Wilhelm Barthold'dan tercüme ettiği İslam
Medeniyeti Tarihi, İslam Medeniyeti'nin akılla, bilimle, kültürle ve irfanla yükseldiği dönemleri anlatan farklı bir eser.
Barthold diyor ki, "Türklerdeki yüksek sınıfın yeni bir medeniyetle temas eder etmez milli kıymetlerini tezyif etmesi (zayıflatması) ve mazisi ile derhal alakalarını kesmesi, kültür tarihinde daima tesadüf edilen hastalıklı (marazi) bir hadisedir." "Sentez yeteneğinin zayıf olması bu kopukluğu besliyor" sonucu çıkıyor.
Hoca Ahmet Yesevi'nin Çimkent'ten Yesi'ye oradan Buhara'ya olan yolculuğu ve Bektaşiliğin gelişimi 12. yüzyılda Orta Asya'da önemli bir etki doğuruyor.
Gazneli Mahmut döneminde güçlü bir posta ve istihbarat sistemi oluşturulmuştur. Divan-ı Berid veya ulak teşkilatı olarak da isimlendirilmiştir.
Alp (yiğit) sözcüğü Batur, sökmen (seymen) veya sekban karşılıkları gibi kahramanlık, gözüpeklik anlamında kullanılmıştır. Gaznelilerin kurucusu Alp Tegin, Sultan Alp Arslan çok bilinen isimlerdendir.
Daha 10. yüzyılda İran'da rasathane kurulduğu biliniyor. Büveyh Devleti dönemi bu tür bilimsel temellerin de dönemi olmuş.
İran kültüründe Mecusîliğin etkileri hiç silinmemiş. O dönemlerde de İran'ın büyük şairi Firdevsî Mecusi kahramanları övmüş ve bu yüzden de dönemin din adamları O'nun Müslüman mezarlığına defnedilmesini istememişler.
İbni Sina gibi bir yıldız daha 18 yaşında bütün bilimleri öğrenmiştir. Kısa hayatında Kanun ve Kitabüşşifa adlarıyla önemli eserler yayınlamıştır. Bu eserler Batı'da Tıp ilminin ve diğer ilimlerin temellerini oluşturan eserler arasında girmiştir.
Nizamülmülk 1064-1092 yılları arasında vezirlik yapmıştır. Selçuklu devlet sisteminin sağlamlaşmasında etkisi çok büyük olmuştur.
Dönemin bilim kentleri olarak Endülüs, Semerkand, Taşkent, Buhara yıldızlaşmışlardır.
Ali Şir Nevai, Uluğ Bey, Timur, Selçuklular, İran, Bizans, Mısır,
Suriye, Babür İmparatorluğu, Şiilik, Sünnilik, mezhepler, felsefe, tıp, teknoloji, ticaret ve benzeri konularda kitap oldukça doyurucu bilgiler sunuyor.
Fuat Köprülü'nün Wilhelm Barthold'dan tercüme ettiği İslam
Medeniyeti Tarihi, İslam Medeniyeti'nin akılla, bilimle, kültürle ve irfanla yükseldiği dönemleri anlatan farklı bir eser.
Barthold diyor ki, "Türklerdeki yüksek sınıfın yeni bir medeniyetle temas eder etmez milli kıymetlerini tezyif etmesi (zayıflatması) ve mazisi ile derhal alakalarını kesmesi, kültür tarihinde daima tesadüf edilen hastalıklı (marazi) bir hadisedir." "Sentez yeteneğinin zayıf olması bu kopukluğu besliyor" sonucu çıkıyor.
Hoca Ahmet Yesevi'nin Çimkent'ten Yesi'ye oradan Buhara'ya olan yolculuğu ve Bektaşiliğin gelişimi 12. yüzyılda Orta Asya'da önemli bir etki doğuruyor.
Gazneli Mahmut döneminde güçlü bir posta ve istihbarat sistemi oluşturulmuştur. Divan-ı Berid veya ulak teşkilatı olarak da isimlendirilmiştir.
Alp (yiğit) sözcüğü Batur, sökmen (seymen) veya sekban karşılıkları gibi kahramanlık, gözüpeklik anlamında kullanılmıştır. Gaznelilerin kurucusu Alp Tegin, Sultan Alp Arslan çok bilinen isimlerdendir.
Daha 10. yüzyılda İran'da rasathane kurulduğu biliniyor. Büveyh Devleti dönemi bu tür bilimsel temellerin de dönemi olmuş.
İran kültüründe Mecusîliğin etkileri hiç silinmemiş. O dönemlerde de İran'ın büyük şairi Firdevsî Mecusi kahramanları övmüş ve bu yüzden de dönemin din adamları O'nun Müslüman mezarlığına defnedilmesini istememişler.
İbni Sina gibi bir yıldız daha 18 yaşında bütün bilimleri öğrenmiştir. Kısa hayatında Kanun ve Kitabüşşifa adlarıyla önemli eserler yayınlamıştır. Bu eserler Batı'da Tıp ilminin ve diğer ilimlerin temellerini oluşturan eserler arasında girmiştir.
Nizamülmülk 1064-1092 yılları arasında vezirlik yapmıştır. Selçuklu devlet sisteminin sağlamlaşmasında etkisi çok büyük olmuştur.
Dönemin bilim kentleri olarak Endülüs, Semerkand, Taşkent, Buhara yıldızlaşmışlardır.
Ali Şir Nevai, Uluğ Bey, Timur, Selçuklular, İran, Bizans, Mısır,
Suriye, Babür İmparatorluğu, Şiilik, Sünnilik, mezhepler, felsefe, tıp, teknoloji, ticaret ve benzeri konularda kitap oldukça doyurucu bilgiler sunuyor.
2 Nisan 2019 Salı
DEVLET
Platon'un (M.Ö. 427-348) Devlet kitabı siyaset biliminin temellerini oluşturan
kaynaklar arasında yer alır. Özellikle Sabahattin Eyüboğlu çevirisi, Sokrat'la ilgili önsözüyle ve çevirisiyle oldukça anlaşılabilir ve iyi. Platon (Eflatun), akademi'nin kurucusudur. İdeal devlet ve ideal toplum üzerine önemli düşünceler geliştirmiştir. Hocası Sokrat'ın idama mahkûm edilişini ve ölümünü görmüş, Atina'ya küsmüş, bir süreliğine ülkesini terk etmiştir. Tekrar Atina'ya dönen Platon Akademia'yı kurmuş ve burada felsefe, matematik, geometri, astronomi ve fizik gibi dersler vermeye başlamıştır. Hocası Sokrates üzerinden kendi bilgi ve deneyimlerini de katarak bir devlet ve toplum modeli oluşturma çabası içinde olmuştur. Ancak, yaşamı boyunca düşüncelerinde çok önemli dönüşümler olmuştur. Faşizmin kurucusu sayanlar olduğu gibi sosyalizmin kurucusu sayanlar da vardır. Ne olursa olsun dönemine göre hayli etkili ve önemli düşünceler ürettiğini ve bunların bugüne kadar taşındığını bilmek iyidir, her okur yazar için.
Platon devlet görevlilerinin spor, müzik ve eğitimle meşgul olmasını istiyor. Yeme içme konusunda çeşitlilik yerine sadeliği tercih ediyor. Kamu görevlileri bilge, yiğit ve erdemli olacaktır. Bu yüzden Platon'un önerdiği devlet modeli "filozoflar (bilgeler) devleti" diye de tanımlanmaktadır.
* Eğitilmemiş gençlik, sertliğe, kabalığa, zorbalığa dönüşür.
* Müzik ve felsefeden uzak yaşam insanı çürütür.
* "Hayata boşuna yapışıyorum. Tükenmek üzere olan (fani olan) her şeyi boşuna tutmaya çabalıyorum" diyor ve yaşamda "asıl olanı" arıyor.
Hocası Sokrates için yazdıkları çok etkileyicidir:
Sokrat'ın en büyük eseri ölümdür. Ölümü bir kavuşma, bir şölen gibi görmüştür Sokrates. Üzülenlere "size hayret ediyorum, niçin üzülüyorsunuz, dostlarıma gidiyorum, yeterince yaşadım. Felsefenin amacı ölümü içselleştirmektir" diyor. Baldıran zehrini bir şarap, bir şerbet gibi kafasına dikmiştir. Kendisini idam edenlerden af dilememiştir. Ölmeden önce yan odaya geçmiş, yıkanmış, dostlarıyla vedalaşmıştır. Son nefesini vermeden önce bir arkadaşına "horoz" borcu olduğunu ve bunun ailesi tarafından ödenmesini vasiyet etmiştir.
*Platon devlet modelleriyle ilgili düşüncelerini diyaloglar şeklinde aktarmıştır. Bir ara, devletine kendini adayan, hiç evlenmeyen ve mal mülk sahibi olmayan kamu görevlileri olması gerektiğinden söz ediyor. Ancak, bir süre sonra bu fikirlerinden vaz geçiyor. Aile ve mülkiyetin olması gerektiği fikrini kabul ediyor.
* İnsanlar aydınlık bir dünyadan karanlık bir dünyaya gelmişlerdir. Yaşam bittikten sonra yeniden aydınlık dünyaya döneceklerdir.
* Bu dünyada insan mağarada yaşayan insanlar gibidir. Mağaranın önünden geçenlerin ancak gölgelerini görebilirler. Dolayısıyla bu dünya, gerçek dünyanın bir yansımasıdır.
* Gerçek evren idealar dünyasıdır. (İdealizmin kurucusudur.)
* Eğitim, kör gözlere görme yeteneği kazandırmak içindir.
22 Mart 2019 Cuma
GÜN OLUR ASRA BEDEL
Cengiz Aytmatov'un dünyaca tanınan eseri Gün Olur Asra Bedel
(Gün Uzar Yüzyıl Olur adıyla da yayınlandı. Bu romanın içerisinden çıkarılan kısa öykü de Cengiz Han'a Küsen Bulut adıyla yayınlanmıştı.) romanı insanın en onulmaz yaralarını çok etkileyici bir biçimde anlatıyor. Mankurt Efsanesi bu kitapta anlatılır. Bilincini kaybetmiş bireyler ve toplumlar için bulunmaz bir aforizma olarak yaşamın her alanında kullanılıyor "Mankurtlaşma.."
Efsaneye göre Juan Juanlar genç ve güçlü tutsakların kafa derisini kazıtıp, saçları tek tek köklerinden çıkarırlarmış. Sonra deve derisinin en kalın yerini tuzlayarak kazınan kafaya yapıştırırlarmış. Yürek yakan çığlıkları duyulmasın diye ıssız bir yere götürüp birkaç gün oraya bırakırlarmış. Beş altı kişiden genellikle biri sağ kalırmış. Sağ kalan da "Mankurt" olurmuş. Yani bilincini, kimliğini, aidiyetini, değerlerini hatta ailesini unutur ve tanımaz hale gelirmiş. Aklını yitiren tutsaklar birer otomata dönüşürlermiş. Çünkü, deve derisi saçların yukarı doğru uzamasına izin vermediği için saçlar içeri doğru batarmış. Sonları da er ya da geç ölüm olurmuş.
Nayman Ana isimli göçebe bir kadının oğlu da Mankurtlaştırılmış. En yüce ve köklü duygu "annelik duygusu" olmasına rağmen Nayman Ana'nın oğlu annesini bile öldürmekten çekinmemiş ve Ana Beyit (Ana Barınağı) mezarlığına gömülmüş Nayman Ana.
Juan Juanların Sarı Özek'te yaptıkları kötülükler bu can yakan efsaneyle anlatılmış.
Bilinçsizleşen bireyler ve toplumlar için de "Mankurtlaşma" kavramı sıkça kullanılır olmuştur.
Kitapta anlatılan Abutalip'in hikâyesi de, Sovyet döneminin fotoğrafını çekmesi bakımından çok etkileyici. Kitaptan küçük bir bölüm:
"Abutalip'in soğuktan yanıp donmuş, gözyaşları yanaklarında buzlanmış
yüzünde, gözleri bir zafer kazanmış gibi parlıyordu. Bunu gören
Yedigey'in içine bir korku düştü: Çocukları, babalarının onlar için
katlandığı bu fedakârlığı anlayabilecekler miydi? Çünkü bunun tersi bir
durumla karşılaşanlar hiç de az değildi. Bir teşekkür umarken umursamazlıkla karşılaşır, bazen düşmanlık bile görürsünüz. , Allah onu
böyle bir durumdan korusun, zaten çektikleri yeler ona!" diye geçirdi
aklından.
Çam ağacını ilk gören Abutalip'in büyük oğlu Daul oldu. Bir sevinç
çığlığı atarak dışarı fırladı. Onun hemen ardından, üzerlerine kalınca
bir şey alacak kadar bile beklemeden Zarife ile Ermek koştular.
Daul, çam ağacının çevresinde sevinçten zıp zıp zıpla-. yarak
bağırıyordu:
- Çam ağacı! Çam ağacı! Bakın ne güzel! Zarife de ondan aşağı
kalmıyordu:
- Harika! Çok güzel! Büyük iş basardın, çok yaşa! Hayatında hiç çam
ağacı görmemiş olan Ermek ise,
Yedigcy amcasının taşıdığı ağaca, faltaşı gibi açılmış gözlerle
bakıyordu:
- Anne! Anne! Çam ağacı bu mu? Aa, çok güzel. Hep bizim evde mi
kalacak?"
11 Mart 2019 Pazartesi
TÜRK MEKTUPLARI
Ogier Chiselin de Busbeq'in Türk Mektupları isimli bir hatıratı vardır. Kitap, Türkiye'yi Böyle Gördüm ismiyle de basılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul'da sekiz yıl elçilik
yapan Busbeq Avusturyalıdır. Dönemin siyasi, ekonomik ve kültürel fotoğrafını çeken Busbeq, Kanuni'nin peşinde Amasya'ya kadar gidiyor.
O dönem tanık olduklarını ve duyduklarını hatırat olarak yazıyor ve bu hatırat günümüze kadar ulaşıyor. Busbeq'in dönemin taht kavgaları ile ilgili tanıklıkları da tarihi gerçekliklere uygun düşüyor. Örneğin, Şehzade Mustafa ve Bayazıd'ın öldürülmeleri dönemin ve Osmanlı tarihinin en trajik olaylarındandır. Osmanlının gidişatını değiştiren bu olaylar Kanuni'nin doğru tercihlerde bulunup bulunmadığını her zaman tartıştıran konular arasında yer almaktadır. Roxalana yani Hürrem Sultan Rüstem Paşa ile işbirliği yaparak en gözde şehzadelerin harcanmasını sağlamıştır.
Busbeq ayrıca Yeniçeriler, paşalar, köleler, mimari, saraydaki çekişmeler, Macarlar, Sırplar, Bulgarlar ve veba gibi önemli konular hakkında bilgiler sunuyor kitapta.
Kitabın dönem hakkında farklı fotoğraflar çektiğini belirtmiştim. Saray bahçelerinin güzelliğini de anlatıyor. Ancak, saray bahçelerinin dışındaki İstanbul'un güzel imar edilmediğini, genel olarak imarının kötü olduğunu anlatıyor ve "Buraya bir Avrupalı eli değmeli" diyor. (Sanırım yüzyıllardır bu kanaat ve durum değişmedi, değişmiyor. Bizim coğrafyada planlama hala çok sevilen bir iş değildir.)
Busbeq Kanuni'nin üç dileğini şöyle sıralıyor: 1- Süleymaniye'nin tamamlanması, 2- Su kemerlerinin tamiri, 3- Viyana'nın fethi. (Son dileği gerçekleşmiyor.)
Yazar, o dönemin İran ve Gürcistan'ı hakkında da bilgiler veriyor ve özellikle Gürcistan hakkında çok olumsuz öyküler anlatıyor.
İstanbul'un bazı semtlerinin laleler, güller ve diğer çiçeklerle süslendiğini, Türklerin buna çok değer verdiğini de anlatıyor.
Ciddi, keskin bakışlı ve az konuşan ihtiyar Kanuni'nin son döneminde kendini daha çok ibadete verdiğini anlatan yazar, şehzadelerin dramını da hikaye ediyor. Kanuni Şehzade Mustafa ve Bayazıd'ı öldürmekle yetinmiyor, torunlarını da öldürttürüyor. Şehzade Cihangir de korkudan hastalanarak ölüyor. Şehzade Bayazıd'ın Bursa'da kalan küçük oğlunun öldürülüşü dehşet verici bir dram olarak kitapta yer alıyor. Çocuğun celladın boynuna sarılması, yanaklarından öpmesi, celladın çocuğu öldürememesi ve bayılması insanı sarsıyor. Ardından çocuğu öldürmekle görevli paşanın bizzat çocuğu öldürmesi ve annesinin feryatlarının Bursa'yı ağlatması.
Bayazıd ve 2. Selim'in ordularının taht kavgası için Konya'da karşı karşıya gelmesi de kitapta anlatılan olaylardan.
Yeniçerilerin zaman zaman iaşe sıkıntısı yaşadığı; çorba, soğan ve ekmekle idare ettikleri de anlatılıyor. Yeniçerilerin korkutucu ve haşmetli görünümü de yazarı etkilemiş.
Tarih hep kendini tekrar ediyor.
"İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi" diyen şaire hak vermemek mümkün mü?
Habil ve Kabil'den itibaren yaşanan hep kardeş kavgası; insanın insanla olan bitmeyen hesabı...
Boşu boşuna...
Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul'da sekiz yıl elçilik
yapan Busbeq Avusturyalıdır. Dönemin siyasi, ekonomik ve kültürel fotoğrafını çeken Busbeq, Kanuni'nin peşinde Amasya'ya kadar gidiyor.
O dönem tanık olduklarını ve duyduklarını hatırat olarak yazıyor ve bu hatırat günümüze kadar ulaşıyor. Busbeq'in dönemin taht kavgaları ile ilgili tanıklıkları da tarihi gerçekliklere uygun düşüyor. Örneğin, Şehzade Mustafa ve Bayazıd'ın öldürülmeleri dönemin ve Osmanlı tarihinin en trajik olaylarındandır. Osmanlının gidişatını değiştiren bu olaylar Kanuni'nin doğru tercihlerde bulunup bulunmadığını her zaman tartıştıran konular arasında yer almaktadır. Roxalana yani Hürrem Sultan Rüstem Paşa ile işbirliği yaparak en gözde şehzadelerin harcanmasını sağlamıştır.
Busbeq ayrıca Yeniçeriler, paşalar, köleler, mimari, saraydaki çekişmeler, Macarlar, Sırplar, Bulgarlar ve veba gibi önemli konular hakkında bilgiler sunuyor kitapta.
Kitabın dönem hakkında farklı fotoğraflar çektiğini belirtmiştim. Saray bahçelerinin güzelliğini de anlatıyor. Ancak, saray bahçelerinin dışındaki İstanbul'un güzel imar edilmediğini, genel olarak imarının kötü olduğunu anlatıyor ve "Buraya bir Avrupalı eli değmeli" diyor. (Sanırım yüzyıllardır bu kanaat ve durum değişmedi, değişmiyor. Bizim coğrafyada planlama hala çok sevilen bir iş değildir.)
Busbeq Kanuni'nin üç dileğini şöyle sıralıyor: 1- Süleymaniye'nin tamamlanması, 2- Su kemerlerinin tamiri, 3- Viyana'nın fethi. (Son dileği gerçekleşmiyor.)
Yazar, o dönemin İran ve Gürcistan'ı hakkında da bilgiler veriyor ve özellikle Gürcistan hakkında çok olumsuz öyküler anlatıyor.
İstanbul'un bazı semtlerinin laleler, güller ve diğer çiçeklerle süslendiğini, Türklerin buna çok değer verdiğini de anlatıyor.
Ciddi, keskin bakışlı ve az konuşan ihtiyar Kanuni'nin son döneminde kendini daha çok ibadete verdiğini anlatan yazar, şehzadelerin dramını da hikaye ediyor. Kanuni Şehzade Mustafa ve Bayazıd'ı öldürmekle yetinmiyor, torunlarını da öldürttürüyor. Şehzade Cihangir de korkudan hastalanarak ölüyor. Şehzade Bayazıd'ın Bursa'da kalan küçük oğlunun öldürülüşü dehşet verici bir dram olarak kitapta yer alıyor. Çocuğun celladın boynuna sarılması, yanaklarından öpmesi, celladın çocuğu öldürememesi ve bayılması insanı sarsıyor. Ardından çocuğu öldürmekle görevli paşanın bizzat çocuğu öldürmesi ve annesinin feryatlarının Bursa'yı ağlatması.
Bayazıd ve 2. Selim'in ordularının taht kavgası için Konya'da karşı karşıya gelmesi de kitapta anlatılan olaylardan.
Yeniçerilerin zaman zaman iaşe sıkıntısı yaşadığı; çorba, soğan ve ekmekle idare ettikleri de anlatılıyor. Yeniçerilerin korkutucu ve haşmetli görünümü de yazarı etkilemiş.
Tarih hep kendini tekrar ediyor.
"İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi" diyen şaire hak vermemek mümkün mü?
Habil ve Kabil'den itibaren yaşanan hep kardeş kavgası; insanın insanla olan bitmeyen hesabı...
Boşu boşuna...
8 Ocak 2019 Salı
HAYAT KALICI ÇÖZÜMÜ OLAN GEÇİCİ BİR DURUMDUR?
Oldukça soğuk bir konu ölüm.
Buz gibi.
Her gün, her saat, her dakika başkaları/ötekiler ölüyor, izliyoruz.
Ama mutlak bir biçimde her canlının karşılaşacağı bir durum ölüm.
Yaşam ve ölüm.
Bizim dışımızda gelişen durumlar.
Ne dünyaya gelmeyi istedik, ne de ölmeyi.
Doğuyoruz, bizim irademiz ve isteğimiz dışında olan bir şey. Ölüyoruz, yine bizim irademizin dışında.
Doğumla ölüm arasında da bir kısmımız yaşıyor, bir kısmımız da yaşıyormuş gibi yapıyor.
Asaf Halet “Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mara, günü ve saatleri ne yapacaksın” diyor. Ama gel gör ki düşünmeden yaşayamıyoruz. Zira akıl gibi bir donanım az veya çok herkeste var ve düşünebilenleri rahat bırakmıyor. Ha bir de “gün ve saatler” var, bizi eskiten, yıpratan. Belki de gelişmemizi ve olgunlaşmamızı sağlayan. Elbette tavır alışlarımız, hayal gücümüz ve zihinsel donanımlarımıza göre değişmekle birlikte yenilenmemize neden olan aynı zamanda. Yahya Kemal’in çok güzel ifade ettiği gibi “insan hayal ettiği müddetçe yaşar.” Cemil Meriç’in “Bana hakikati değil, muradını ver” sözü de insanları düşünmeye ve hayal etmeye zorlayan bir mesaj içerdiği gibi, hayal edebilmenin hakikat’ten daha önemli olduğunu anlatıyor. O halde insanı yaşatan hep “gelecekteki
hayalleri/beklentileri/umutları”
olabilir mi? Çoğunlukla evet! Bazen de çaresizlik! Ötenazi isteyenler neden ister
bunu mesela?Buz gibi.
Her gün, her saat, her dakika başkaları/ötekiler ölüyor, izliyoruz.
Ama mutlak bir biçimde her canlının karşılaşacağı bir durum ölüm.
Yaşam ve ölüm.
Bizim dışımızda gelişen durumlar.
Ne dünyaya gelmeyi istedik, ne de ölmeyi.
Doğuyoruz, bizim irademiz ve isteğimiz dışında olan bir şey. Ölüyoruz, yine bizim irademizin dışında.
Doğumla ölüm arasında da bir kısmımız yaşıyor, bir kısmımız da yaşıyormuş gibi yapıyor.
Asaf Halet “Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mara, günü ve saatleri ne yapacaksın” diyor. Ama gel gör ki düşünmeden yaşayamıyoruz. Zira akıl gibi bir donanım az veya çok herkeste var ve düşünebilenleri rahat bırakmıyor. Ha bir de “gün ve saatler” var, bizi eskiten, yıpratan. Belki de gelişmemizi ve olgunlaşmamızı sağlayan. Elbette tavır alışlarımız, hayal gücümüz ve zihinsel donanımlarımıza göre değişmekle birlikte yenilenmemize neden olan aynı zamanda. Yahya Kemal’in çok güzel ifade ettiği gibi “insan hayal ettiği müddetçe yaşar.” Cemil Meriç’in “Bana hakikati değil, muradını ver” sözü de insanları düşünmeye ve hayal etmeye zorlayan bir mesaj içerdiği gibi, hayal edebilmenin hakikat’ten daha önemli olduğunu anlatıyor. O halde insanı yaşatan hep “gelecekteki
“Bir kitap okudum hayatım değişti”
diyordu bir yazar. Bir kitap, hatta bir cümle hayatı değiştirir mi? Bir kitapta
bir cümle. Bir çığlık. Kitaplarda saklanan, kitaplardan yükselen… Okuyunca,
okuduklarında olmadık düşüncelere rastlarsın. Tarihin tozlu raflarından ya da
günün en çok satanlarından bir kitap da olur, bir makale de. Fark etmez. Yeter
ki oku!... Okuyunca düşünürsün. Düşündüğünde ise ya için huzur dolar veya azap.
Her hâlükârda kazançlısın. Azaptan huzura yol var çünkü. Mesela. Nurettin
Topçu’nun iç yakan bir cümlesini hiç unutamıyorum. “Var Olmak” isimli
kitabından bu cümle. “Servet, hırslar, muvaffakiyetler (zaferler), bu da ne?
Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak. Bir
menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın
tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor.” Çöz
çözebilirsen. “Varlığı darlığa
düşürmek…” de ne? “İhtiraslarının
dürbünü ile yaşama ve yaşayanlara bakanlar” ne tür çıkarımlar yapar?
Bilemiyorum.
O halde? Evet, o halde bu tuhaf
yaşam yolculuğun sırrı ne? “Varlığı darlığa düşürmeden” nasıl yaşanır? Bu
yazının asıl esin kaynağı Arthur Shopenhauer ve hakkındaki yorum ve yazılar.
Fakat yazıya başlayınca esin kaynakları çeşitleniyor. Shopenhauer’un dünyaya,
var olmaya ve ölüme bakışı sarsıcı. Dünyanın en anlaşılmazlarından biri. Berbat
bir aile ortamında büyüyen; ızdırap içinde yaşayıp, yalnız ölenlerden biri.
“Kafanı eğ! Yaşamın zarif yasalarına ve sırlarına şapkanla selam ver ve yaşama
işine devam et” anlayışı kadercilik mi? Bu kadar kötü bir dünyada ve kötü
hemcinslerimizle nasıl bir yaşama yolu seçmeliyiz? Öyle ya Habil ve Kabil’in
devamı değil miyiz hepimiz, her zaman ve insanlık tarihinin bütün evrelerinde. Kardeş
kavgasıyla başlamış yaşam. O yüzden ve aslında bazı şeylere hiç kafa yormaya
gerek de yok. Ancak, “yaşama işine devam” konusunda insanların müşkülatı çok.
Müşkülatı (zorlukları) aşmanın yolu yaşamın yasalarına teslim olmak ve
bulabileceğin azami huzurla yaşamak. Öyle diyorlar.
Bazılarımız için yaşam “İnleten, acı
veren, düş kırıklığı yaratan bir sonla” bitebilir. “Görkemli yaşamlarımızın
daha fazla.. daha fazla birşeyleri hak ettiğini düşünerek, ama neyi hak
ettiğini bilmeden” bitebilir. “Bilmek” herkese göre bir armağan değil. Yaşamımızın
nasıl biteceğini belirleme iradesi var mı? İyi bir sonla mı, kötü bir sonlamı
sonlanacak bu yolculuk? Marx’ın “iş dini, miktar ideolojisi” dediği kapitalist
bir yaşamın kurbanları için artık iyilikle kötülük de yer değiştirmedi mi? Aman
neyse, burayı da biraz dağınık bırakalım.
Elbette yaşam, “verili/belirlenmiş
bir süre”den oluşuyor. Bilmiyoruz, ne zaman “the end” yazacak filmimizin
sonunda. O halde, kolay pes etmemek gerekir her türlü zorluğun karşısında ve “kapanış
saatinden önce de çıkışa yönelmemek” gerekir. Bir çeşit “asla pes etme” (never
give up) durumu. “Kaderini sev, yaşamını seç.” (Yaşamını kaç kişi seçebiliyor,
o da ayrı bir sorun ya.) Seçemesen bile, bulunduğun koşullarda “insan kalmaya
bak ve asaletinin heykelini dik”. Bakın yine kadercilik. Bu kez Nietsche’den: “Öyle yaşa ki, aynı hayatı sonsuza kadar
yaşasan da pişman olma.” Oldukça zorlayıcı bir istek. Kaç insanın başarısı
olabilir ki böyle bir yaşam? Peki böyle bir yaşamı başardık diyelim. Yaşamın
amacı ne? Herkesin cevabı farklı. Bu olabilir mi: “Olgunluğunu, bilgini,
birikimini paylaş.” Tamam çok güzel. “Ben yerine biz” mi? Bencillik yerine
dayanışma ve yardımlaşma mı? Öyle olmalı, değil mi? Erdemli olan bu. “Dayanışma
ve yardımlaşma” ve hatta “empati” üzerine kurulu bir yaşam. Ama fakat lakin..
hangi sözcükle başlarsanız başlayın: Şimdi artık herşey parayla değil mi? Erdem
de parayla, insan da, insanlık da. Ne acı!
Umutsuz olmamak lazım. “Bazı
çiçeklerin geç açtığını hepimiz biliriz.” Romalı Lucretius bu tanımlamayı niye
yaptı ki: “Bütün meyvelerin aynı anda olduğunu zannedenler, üzümlerin geç
olgunlaştığını bilmiyorlar” diyordu Lucretius. O halde düşünebilenler “bazen
şimdiye kadar ki yaşamlarının bir özetini çıkarmalıdırlar.” Yaşam seni nereden
aldı nereye getirdi ve nereye götürüyor? Belki bir olgunlaşma yolu açılır, kim
bilir! Olgunlaşma/olma yönünde şanslı ve istekli bireyler önemli ilerlemeler
elde ediyorlar da, toplumlar ve coğrafyalar çuvallıyor. Tekrar Cemil Meriç’e
saygıyla: “Kalkınma, coğrafyanın insanlaşmasıdır.”
İnsanın amacı yeryüzünde mutlu
olmak mıdır? Böyle de soru olur mu? Olur. Epikürcülere göre öyleydi. İnsanlık
tarihi boyunca bu konuda insanlar ortak bir kanıya varabilmiş mi, hayır! Ve
bedbaht bir hayat yaşayan Shopenhauer: “Mutlu bir yaşam olanaksızdır. İnsanın
başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.” Sanırım bu kahramanca
yaşam da içsel barışı sağlamak, kendisiyle barışık olmak, “bulduğu
yaşama razı olmak” anlamındadır. Zira kendisiyle barışık insana pek
rastlanmıyor. En büyük kahramanlık bu olsa gerek: Kendisiyle barışık! Kendisiyle
barışık olan, çevresiyle ve doğayla da barışık yaşamak için çok önemli bir iş
başarmış demektir.
Bu içsel barışı sağlamanın yolu
ölümü anlamaktan geçiyor diyor filozoflar, bilgeler, erenler. Aslında
herkes bir biçimde ölümü keşfetme günü (ökg) ya da anlama günü bulmalıdır.
Çılgınca gelebilir ama denenmelidir. Bir düşünce egzersizi gibi. Sonsuza kadar
buradaymışız gibi yaşarız bir bakıma. “Ama öğle değil, yakında bileceksiniz”
diyor kitap. Ölümle tanışmayacak canlı yok. Ölmeyecekmiş gibi kötülüğü meslek
edinerek yaşayanlar da çok. “Ah insanların vakti yok durup ince şeyleri
anlamaya” diyen şair de (Gülten Akın) bunu kast ediyor olabilir. Ölümü anlamak,
yaşamı anlamaktır. Ve hemcinsini, yani ötekini, yani kadınıyla erkeğiyle seni,
beni, onu, yani “insanı” önemli görmek ve değer vermektir. İnsanı yalnızca
“insan” olarak görmektir; her türlü ayrımcılığı reddederek. Ama ah bu nasıl
olacak? “Dünyaya bakışımızın sığlığı ya da derinliği çocukluk çağlarında
oluşur. Daha sonra gittikçe olgunlaşır. Fakat özde aynı kalır.”
Çocukluk çağı çoğu insan için en trajik dönemdir. Bu
trajedinin adı, sevgisizlik. Çocukluğunu yaşayamayanlar... Anne baba arasındaki
ilişkilerin iyileştirdiği ya da ezdiği
kişilikler. “Anne baba arasındaki sevgi çocuğa sevgi olarak yansır. Anne
sevgisinden yoksun büyüyenler, içlerine kapanırlar, temel güven duygusunu
geliştiremezler.” Psikologlar, ruh bilginleri söylüyor bunları. Özgüven,
kendine saygı, ötekine saygı, canlılara saygı, eşyaya saygı.. varlığa saygı… Çocuklukta
temellenen nitelikler. Etrafınıza bakın ya da kendi içinize. İnsanların
arızaları, hoyratlıkları, vicdansızlıkları, haksızlıkları hep bu yaşanmayan
çocukluklardan!...
Çocuklukta ruhunu sevgiyle
besleyemeyenler yaşama yenik başlıyorlar zaten. Çok azı daha sonraki öğrenme
süreçlerinde bu yenilgiyi zafere dönüştürebiliyorlar. Ne demişti Konfüçyüs: “Bilgiye
sahip olarak doğmuş birisi değilim. Yalnızca ÖĞRENMEYİ VE ÖĞRETMEYİ seviyorum.”
İnsan en geç olgunlaşabilen bir canlı. Eğer şanslı biriyse tabii ki. Bilgi
ve bilgiye verilen değer bu çağa gelinceye kadar çok önemli ve saygındı.
Bilginin ve bilgi sahiplerinin (bilgelerin ve bilim insanlarının) saygın bir
değeri vardı. Paha biçilemezdi. Şimdi paha biçiliyor, her şey ve herkes parasıyla
artık. Johann Fichte yoksul ve eğitimsiz bir kaz çobanı idi. Fichte yürüyerek
Varşova’ya gitti, Immanuel Kant’la tanışmak için. Bu yürüyüş iki ay sürdü. Aslında
bu tür davranışlar bizim eski ve yeni coğrafyamızda da çok bilinir. Bilgi ve
ilim sahipleri pek değerliydiler. Anadolumuzun ozanı Yunus ne diyordu? “İlim
ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice
okumaktır.” Tarihimizi aydınlatanlar da önce kendilerini bilmek için bilginin
peşinde coğrafyaları arşınlamışlardır. Gündüz vakti kandille “adam arayanlar”
ne muazzam ve yakıcı mesaj vermişler kendi zamanlarından bizim zamanlarımıza. Bazı
mesajlar insanlık tarihi boyunca eskimez. “Nice insanlar gördüm üstünde elbise
yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” diyen Mevlana ne diyordu? Bilen,
aynı zamanda “adam olan”dır. O halde gündüz vakti adam arayanların yadırganacak
bir tarafı yoktur. Zira Kutadgu Bilig’de de belirtildiği gibi, “Nadir olan
insan değil, insanlıktır.”
Geçelim!
Thomas Mann 26 yaşında
“Buddenbrooklar” adında çok değerli bir kitap yazıyor. Edebiyat dâhisi olarak
tanımlanıyor Mann. “Bu kitabı ölmeye niyetli herkese öneriyorum” diyor. “Ölmeye
niyetli” derken elbette herkesin “ölümlü” olduğunu hatırlatan bir ifade. Ölüme
teşvik değil. “Hayat adlı bu zalim alaycı şey” zaten elimizden çıkmayacak mı? O
halde ölmeye niyetli olmaya gerek yok, hepimizi bekleyen mutlak son orası
zaten. Kimsenin niyetine, umutlarına, hayallerine, düşlerine, beklentilerine
bakmaz ölüm. Yaşamı sonsuz zanneden şark uyanıkları ölümü de öldürecekleri
sanrısına kapılabilirler. Ancak, ölüm her yaşayanın uğrayacağı mutlak durak. Bazı
durumları ne güzel ifade etmiş Atilla İlhan: “Olmaz, gerçek olamaz bu
yaşadığımız, ya sanrı ya sanrıya çok yakın bir şey.” Oysa, sanrı
zannettiklerimiz gerçeğin ta kendisi olabiliyor.
Arthur Shopenhauer Thomas Mann,
Tolstoy ve Nietzche gibi düşünür ve yazarları çok etkiliyor. Nietzche O’nun
için “dinamik ve kederli bir dahi” nitelemesinde bulunuyor. Ah keder! Ne çok
yağıyorsun yer yüzüne bazı zamanlar. Kederle dost olan kaderle de sağlam
dostluklar kuruyor.
Türlü türlü insanlar geliyor bu
dünyaya ve gidiyor. Kimilerinin mezar taşı oluyor, kimilerinin olmuyor. Peki bu
türlü insanların mezar taşları, yaşam biçimlerine göre yazılsaydı.. mezar
taşında ne yazardı acaba? (Genelde herkes için “iyi şeyler” yazılıyor ama
herkes hak ediyor mu acaba bu iyi şeyleri?) Hani cesetleri koyacakları o küçük
çukurun üstündeki tabelaya! Bir bilge sormuş kendisine tedavi için giden
hastaya: “Alışkanlıklarını/kötülüklerini bırakmıyorsun. Mezar taşın bir
köpeğinki ile aynı olacak: Yaşadı, hırladı ve yine yaşamaya devam etti ve öldü.
Oysa sen bir insan olarak geldin bu dünyaya…”
Ve devam etmiş:
“Peki ölünce mezar taşına ne
yazılmasını istersin? Ahmak, bilge, kahraman, iyiliksever, kibir budalası,
insanların görmek bile istemediği, adı batasıca, şizofren, sadist, mazoşist, kendisini
üç kuruşluk çıkara satan, karaktersiz, iyi bir dost, koca yürekli, müşfik,
vefakâr vs... Veya Halet Efendi için söylenmiş bir sözle şöyle bir mezar taşı
nasıl olurdu: “Ne kendi eyledi rahat, ne kimseye verdi huzur.” “Hayat nedir”
sorusu üzerinde düşünemeyen ölümü nasıl anlasın? Hayatla ilgili bir not daha düşelim Schopenhaur’dan:
“Hayat kalıcı bir çözümü olan geçici bir
durum.” Haydi buyrun dilediğiniz yorumu yapın. Sanırım en çarpıcısı, yaşamın “geçici bir durum” olması. O halde
düşenenlerin ya da düşünebilenlerin bütün çabası bu “geçici durumu”
anlamlandırarak yaşamaya devam etmek midir? En azından “ölünce adım anılsın
iyilikle” diyebilmek midir, düşünebilmek, yaşayabilmek. Veya yaşamın sırlarına
ermek.
İki ayaklı hayvana dönüşen ne
kadar çok insan var. Tarık Buğra “dik sürüngenler” diyordu romanının birinde.
Hayvan dediysem hayvanlar da türlü türlü. Kast edilen olumsuzlamalar bukalemun,
domuz, yarasa, yılan, akrep, çakal, köstebek ve sivrisinek gibilerle ilgili
sanırım. Antropologlara ve kent tarihçilerine göre insanlar birçok şeyi
hayvanları gözlemleyerek öğrenmiş. Ağır
olacak ama hayvan bile olamayan insanlar tarih boyunca çokça insanların arasına
karışmıştır ve karışmaya da devam etmektedir. Hayvanların tamamı
öğreticidir (olumsuz betimlemelere konu olanlar dahil), insanların yaşamlarını
kolaylaştırıcıdırlar da. O halde canlı cansız bütün varlıklar ve bu arada elbette
insan ve bütün hayvanlar yaşam döngüsünün olmazsa olmaz parçaları. Mesela kirpiler.
Bir araya toplandıkları zaman, yakınlığın getireceği sorunlardan sakınmak için dikenlerini
kullanırlar. İnsanlar arası ilişkilerde de “mesafe” çok değerli bir kavram.
Fazla yakınlaşmak zararlıdır. Çünkü, insanlık tarihi ispat etmiştir ki, “insan
insanın kurdudur.” Bunu Thomas Hobbes söyleyince eleştirenler çok. Fakat tarih
ve günümüz bu sözü her an doğruluyor.
Kabil ve Habil olayı da bu durumu anlatmıyor mu?
Tarih boyunca düşünenlerin çoğu
deli muamelesi görmüş sözde akıllılar tarafından. Mesela “İyi yaşamayı öğrenmek için iyi ölmeyi öğrenmek gerek” demiş
Sokrates. Çılgınca bir ifade. İyi ölmek ne demek peki? Ya şuna ne demeli:
“Ondan vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında kimse hayatın gerçek tadını
alamaz.” Hadi, “ondan vazgeçmeye hazır olmak” neyse de “istekli olmak” ne demek?
Seneca’ya bunu söyleten neydi? Bu adamlar ne demek istiyorlar? Yaşam insanların
çoğu için tapınılası bir durum. Ama umulmadık bir anda elden çıkıveriyor. O
halde ölüm korkusuyla mı yaşayacaksın yoksa ölümü kabullenip, “beklenen ve
kaçınılmaz sonu bilerek” mi yaşadığın
anları anlamlandırmayı tercih edeceksin? Olmak ya da olmamak.
Nietzche insan hayvan
karşılaştırmasını şöyle yapıyor: “İnsan ve inek arasındaki fark: İnek geçmiş ve
gelecek kaygısı taşımaz, anı yaşar. İnsan ise talihsizdir. Geçmiş ve geleceğin
baskısı altındadır. Çocukluğun “altın günlerini” neden özlemle anarız? Çünkü,
yaşamın acı yüzüyle henüz tanışmamışızdır.” Hayatı acılaştıranlar kimler?
Hemcinslerimiz, hayatı bir biçimde birlikte yaşadıklarımız. Hadi kestirmeden
söyleyelim, toplum denen büyük makine. “Makine ruhsuzdur. O halde toplum da
ruhsuzdur” şeklinde bir önermeye çok itiraz gelecektir ama üzerinde biraz
düşünmek gerek. Haksız da sayılmaz bu önermeyi geliştirenler.
“Başkalarının istek ve beklentileriyle
meşgul olursun, kendini unutursun.” Bu bir biçimde “başkalarının dertleriyle
dertlenirsen kendi dertlerini unutursun” demek oluyor. Budizmin kurucusu Buda’nın
hikayesinin veya kendini unutmasının böyle başladığını söylerler. Buda,
babasının sarayından ilk kez dışarı çıktığında hayatın dehşet verici yönleriyle
karşılaştı: Hasta bir insan, ayağı çukurda bir yaşlı ve bir ceset. O ana kadar
asla görmediği ve bilmediği “insanlık halleri.” Varoluşun trajik
ve korkunç doğasının keşfi böyle başladı ve dünyadan elini çekip evrensel
kurtuluşu aramaya başladı. Kurtuluşun yolu da, sefil ve bedbaht insanlara
yardım ve ruhlarını eğitmekten geçiyordu. Şems ve Mevlana’nın öyküsü de benzer
şeyleri anlatmıyor mu? Kabalığı, hoyratlığı aşma üzerine kurulu bir yaşam. Şems’in
mesajı: Bana öğretildi. Öğrendiğim emanetleri yüklendim. Bu emanetleri aktarıp
gideceğim dünyanızdan. Ve gitti.
Bir insanın olup olabileceği en
değerli yer neresidir? İnsanı insanlaştıracak, yaşamını anlamlandıracak olan
nedir? “Saygın bir merhamet gemisi olarak, insanları mutlu limanlara taşımak.”
Yeryüzünün her köşesi ve insanlık tarihinin her anı rahatsızlık verici ve acı
olaylarla doludur ve öyle olmaya da devam edecektir. Peki bu acıları nasıl
azaltabilir insan? “Rahatsızlık verici olaylara sonsuzluğun penceresinden baktığınız
zaman acılarınız azalır (sub specie aeternitatis)”. Öyle mi? Evet! Nasıl olacak
bu? İnsanlık denizinde bir damla olduğunuzu düşünerek. Milyarlarca yıllık var
oluş tarihinin birkaç yıllık diliminde “geçici bir yaşamı üstlendiğinizi”
bilerek ve sonsuza kadar dünya denilen gölgelikte yaşamayacağınızı bilerek.
Dünyaya ve içindekilere hiçbir biçimde “olmazsa olmaz” muamelesi yapmayarak.
Çünkü, yaşam güneşi de batıp gidecek. O halde ‘batıp gidenlerin peşine
takılmadan’ bütün tutkulardan, bağlardan.. en iyi ifade edecek sözcükle
“hırslardan” arınmak dünya yolculuğundaki acıları azaltacaktır. “Bağlantıları/bağları
bırakma sanatını öğrenerek acılardan kurtulma.” Daha fazla dinle, daha az
konuş. İyiyi sakla, kötüyü uzaklaştır. Hiçbir şeye bağlanma, bütün bağlarını
kopar. Arzularını kontrol et. Yaşam geçip giden bir gösteridir. Her şey
geçicidir.”
Büyük acılar, daha önemsizlerin
hissedilmesini engeller. Büyük acıların yokluğunda en küçük dertler büyük
sıkıntılara dönüşür. Elbette büyük küçük acıların tamamı insandan uzak olursa
insan huzur bulabilir. Fakat, huzuru yakalamak için de acılardan öğrenilmesi
gerekenleri öğrenebilmek gerekir.
Aslında çağlar boyunca bütün
kültürlerde öğütlenen şudur: “Herkes insanlaşma projesi başlatmalıdır
ve uygulamalıdır.” Zira insan görünümündeki herkes insan değildir. Yanılgıya
düşmemek iyidir de çok yanılgılar yaşarız. “Olabildiğince
az şey dilemek/istemek/beklemek, çok şey öğrenmek istiyorum.” Schopenhauer’un
bu isteği tam dervişçe bir istek. Evet ama artık günümüz insanı ve koşulları
için çılgınca istekler… Eşya yaşamı devam ettirmede bir amaç mı yoksa araç mı?
Eşyanın kölesi olan ne kadar mutlu olabilir ki? “En çoğa sahip olma tutkusu”
insanlığı azaltır mı artırır mı? Soru çok. Cevap arayan da yok ya neyse.
“Hayat acı çekmektir. Acıya
bağlanmalar/beklentiler neden olur (eşyaya, kişilere). Acının panzehiri
arzulardan, bağlardan, benlikten, biriktirme isteğinden vazgeçmektir. İnsan
ruhunu yücelten ve arındıran şey, öğrenmek. Durmadan öğrenmek. Ve huzur…
Yalnız kalmayı denemek gerekir
yaşamın belli dönemlerinde. Bu bir anlamda gece karanlığında düşünce denizinde
demlenmek olarak da görülebilir. Yalnızlık karanlıktır ama aydınlığa çıkarır.
Yalnızken düşünebilirsin. Kalabalıkların gürültüsü düşünmeye izin vermez.
Çünkü, eğer düşünebilirsen “kendini bilme aydınlığı”nın yolunu bulabilirsin. Huzurun
kapısı aralık. O kapı yalnızlık koridorunun sonunda.
Duygulara kendini kaptırmak
mantığı iptal eder. Özgür ve berrak bir zihne sahip olmak duygusallıkla olacak
iş değildir. “Başkasının benimle ilgili görüşü, benim kendimle ilgili görüşümü
değiştirmez, değiştirmemeli. Benim değerimi başkalarının bakışı belirleyemez.” Kitlelerin
gözü kördür. Kitleler görmez, sürüklenir ve sürükler.
“Hepimiz kaçınılmaz bir mutsuzlukla
yaşamak zorundayız. Kötümserlik, gerçekçiliktir.” Ortalama insanın reddedeceği
bir saptama. “Hepimiz” ifadesi mutlak genellemecilik olmuyor mu? Yine de
“kötümserlik, gerçekçiliktir” ifadesini sevdim. Mutlu kaç kişi var? İdare mi
ediyorsun/ediliyorsun yoksa gerçekten mutlu bir yaşam mı sürüyorsun? Mutluluk,
beklentilerine göre bir yaşam ve kişilerden mi kaynaklanır yoksa iç barışından
ve zihinsel zenginlikten mi? Bu soru da burada dursun.
Gençliğimizdeki neşe ve iyimserlik hali yaşamın zirvesine çıkıp, “zirvenin
ötesindeki ölümü görememe durumu”ndan kaynaklanır. “I know what is to be young but you don’t know
what is to be old.” Evet “ben gençliğin ne demek olduğunu biliyorum, ama sen
yaşlılığın ne demek olduğunu bilmiyorsun.” “Çünkü zirvenin ötesini görüyorum”
diyor bir bakıma Orson Welles. Gençlik ölümsüzlük gibi. Asla akla hayale gelmez
bir türlü sonlanacağı. Ancak yaşam acıdır istisna da olsa gençleri de götürür
ve ölümü anımsatır. Ama Nietzche “yaşamın ikinci yarısı daha öğreticidir”
derken ölümün görünürlüğünün artmasının öğretici olduğundan mı söz ediyor?
Sanırım. Nurettin Topçu “insan hata yapıp arınmak için vardır bu alemde”
anlamında bir dünya yolculuğu betimlemesi/belirlemesi yapıyor. Zirvenin ötesi
göründüğünde hatalar da daha çok görünür oluyor. “Gençliğim eyvah” demeyenler
çok yaşayın.
Bizi rahatlatacak olan nedir?
“Teleskopun ters tarafından bakma yeteneğimiz varsa” yaşamı ve dünyayı
görülmesi gerektiği gibi göreceğiz. Kısacık, geçici, kayıp giden ve elimizde
olmayan bir ömrü sonsuz zannetme hastalığından bizi kurtaracak olan nedir? Schopenhauer:
“Sonsuzun penceresinden bakmak (sub specie aeternitatis)” dünyayı ve yaşamı
ebediyet (sonsuzluk) bakış açısıyla ele almaktır. İnsandan ve toplumdan
uzaklaşarak insanı ve toplumu daha iyi anlayabilirsin.” Çıkın bir dağın başına
ve şehre bakın. Nasıl bir makinedir şehir? İçinde yaşayanlar ne yapıyor? Zaman
zaman bunu denemek gerekir. “Felsefe yüksek bir dağ yoludur. Yukarı çıktıkça
ıssızlaşırsın ve bilincin açılır.” Bu öneriler onları algılayabilenlere hitap
ediyor elbette.
“Ne zaman insanların arasında
katılsam, daha az insan olarak geri dönüyorum.” Çok kişiden benzer ifadeler
çokça işitilir. “Az insan çok huzur” gibi günlük dilde de yaygınlaştığı türden.
Bu yüzden Erich Fromm’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana
yabancı değildir” sözü tam da bunu anlatıyor. “Benlik taşıyan” ve özellikle de
“hırslarla hasta” olan insanların ne kadarı iyidir? Yaşam boyunca kaç “insana”
rastlanabilir? Adamın biri vitrinleri izlerken vitrinlerin birinde bir papağan
görür. “Ne güzel kuşmuş” falan diye saf saf söylenirken, papağan “ne bakıyorsun
be” diye çıkışır. Adam “Afedersin hemşerim, seni kuş sandım” der ve oradan
uzaklaşır. Fıkralar da gerçeklerden türetilir ya. Artık diyebiliriz veya çoktan
demişizdir: “Afedersin hemşerim seni insan sandım/sanmıştım.” Yanılgı yanılgı
büyürüz. Yasa bu.
Herkese hatta çoğumuza uymaz bu
felsefe. “Benim şarkım uymaz öyle her saza” diyen şair de bunu diyordu. Hayatın
dışında kalmak, dünyaya dair hırslardan vaz geçmek hatta dünyadan hiçbir şey
istememek en büyük mutluluk kaynağı mı? Dalaverecilerin oyuncağı ve
soytarıların maskarası olmak istemeyenler için ilk kural, bu iki yüzlüler
dünyasından uzak durmak. Sükûnet ağacında huzur meyveleri yetişir. İnsanlara
çok yaklaşırsan tiksinti verici hallerine daha çok muhatap olursun. O halde
“kirpi dersini” unutma, fazla yaklaşma ki dikenleri batmasın.
Sevdiğimiz, ruhumuzla sevdiğimiz
insanların az ve öz olması daha iyidir. Çoklu bağlar çoklu sorunlar üretir. Sefil
ve bedbaht çoktur toplumda. Ve elbette sınırlı zekalılar da. Bazı insanlarla
kurulan bütün bağlar kirlenmeyle sonuçlanır. “Daha iyi olan az sayıda insan
vardır. Bunlara saygı duyulmalı.” Sevgide ve nefrette azami kontrol iyidir.
Aşırılıkların hasarı büyük oluyor. “Güvensizlik, güven içinde olmanın
temelidir.” Hiç kimse sonuna kadar güvenilir değildir. “Dikensiz gül yoktur ama
gülsüz pek çok diken vardır.” Schopenhauer “Bu yazıları kalabalıklar için
yazmadım. Nadir sayıda olan düşünebilen insanlar için yazdım ve onlara saygı
duyuyorum” derken çok mu tepeden bakıyordu insanlığın sefil durumuna?
İşte burada ölüm ve sonrası
hakkında bir değerlendirmeye de yer vermek gerekiyor: Ölümden sonra doğumdan
önceki hale döneceğiz. İnsan binlerce yıllık varolmayıştan sonra birden bire
var olur. Ölümden sonra da yine eski haline döner. “Yoktun var oldun, yine yok
olacaksın” mı? Yoksa Sokrates’in ve elbette dinlerin dediği gibi farklı bir
yaşam mı bekliyor burada bizzat hazırladığımız? Herkes yaşadığının ve
yaşattıklarının meyvelerini (iyi veya kötü) yiyecek ölümden sonra. Mevlâna’nın şu dizelerine bir bakalım: “Maden iken öldüm, bitki oldum/
bitki iken öldüm, hayvana dönüştüm/ hayvan olarak öldüm, insan oldum./ Öldüğümde
yok olmayacağıma göre, neden korkayım?/ İnsan gibi ölünce, melek olacağım/ Ve
meleklikten vazgeçip/ hiç bir aklın ermediği o şey olacağım/ ...Hiç şüphesiz
biz O’nunuz ve O’na döneriz.” Mevlâna’nın gözlemi böyleyken, Hegel, “çiçek,
meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de,
çiçeğin ortadan kaybolması gereklidir; demek ki var olmanın gerçeği, hem çiçek
hem meyva olmaktır” demektedir, “Ölüm, hem yok oluşu, hem yeniden doğuşu
sağlayan koşuldur.” Hemen Steve Jobs’u da anımsayalım: “Ölüm insan için en
büyük icattır” demişti. Jobs’un şu ünlü “mezuniyet konuşması” çok etkileyici. O
da etkiledi ve gitti nihayetinde. Bu değerlendirmelerde elbette ölmeye teşvik
yok. Ölümün yaşamın doğal ve yararlı bir yanı olduğunu açıklama çabası var.
“Hayatın ikinci yarısı daha
öğreticidir. Keşke ikinci yarıda değil de ilk yarıda öğrenebilse insan
öğrenmesi gerekenleri. Bilgi sınırlıdır, yalnızca aptallık sınırsızdır.” Nietzche
ve Einstein öğrenme, bilgi ve aptallık üzerine bu değerlendirmeleri yaparken
insan aklının ve çok bilmişliğinin trajedisine de dikkat çekiyorlar. Çok bilmiş
sıradanlıklarla kuşatılmış yaşamlarımız. İşte bu yüzden Heidegger’in dediğini
kaç kişi yapabilir/yapabildi: “Hayatın
sıradanlığına düşmekten kaçınılmalıdır.” Kalplere dokunamayan, zihinsel ve
duygusal zenginleşmeyi sağlayamayan, yara saramayan, “biriktirme hastalığıyla
geçen” yaşamlar sıradan değil de nedir?
Yaşamın anlamı zihinsel
üretkenliktedir. Bu üretkenliği engelleyen her şeyden kaçmak gerekir. “Dünyayı
gerçekliğiyle değil, kişiselleştirerek algılarız. Mutlak gerçekliği asla
öğrenemeyiz” diyor Kant.
Hırslarınıza sırtınızı dönün.
Çünkü, hırslar ve istekler bitmez. Hırslarının kölesi olursan yaşam büyük bir
işkenceye dönüşür. Başarmak iyidir, hırs kötüdür.
Dahilerin yaşamı tek kişilik bir
dram: Yalnızlık
Kalbinizi sakinleştirmeniz
zihninizi tuzaklardan korur. Duygusallık aklın gözünü kör eder.
Bir kedi okşanırsa mırlar,
insanlar da takdir edilmelidir. Asgari huzurun ön koşulu teşekkür etmek ve
takdir etmek. Tersinden de düşünülebilir: Teşekkür ve takdir edilmek. “Marifet
iltifata tabidir” sözünün sırrı da budur. Emek ve yabancılaşma ilişkisini de
açıklayan bir değerlendirmedir bu. Emeğinin ve çabalarının karşılığını
alamazsan kendine, çevrene, topluma ve toplumsal yapıya yabancılaşırsın.
“İnsan bütün yaşamını kendisini
mutlu edeceğiniz sandığı şeyin peşinde geçirir. Amacına nadiren ulaşır. Ulaşsa
da çoğunlukla düş kırıklığı yaşar.”
Nasıl bir yaşam bu bizimki? Durup
düşünüyor muyuz? Mezar taşımızda ne yazacak?
Sonnot: Yaşamak güzeldir (Life is beatiful). Var olmanın dayanılmaz güzelliğini yaşam boyu
anlamlandırabilme çabaları değerlidir. En iyisi şairlerden esintilerle
bitirelim. “Yaşamak umutlu bir iştir.” Umudu hep canlı tutmak gerekir. Her şey
yoluna girer. “Yeter ki gün eksilmesin penceremizden.”
https://www.imdb.com/title/tt0118799/
Etiketler:
Akif Çukurçayır,
Akif Çukurçayır blog,
Arthur Schopenhauer,
Buda,
Cemil Meriç,
Fichte,
Hegel,
Hobbes,
Kant,
Konfüçyüs,
Marx,
Mevlana,
Nietzsche,
Nurettin Topçu,
Ölüm,
Seneca,
Sokrates,
Yahya Kemal
3 Ocak 2019 Perşembe
CENGİZ HAN
HAROLD LAMB'in CENGİZ HAN kitabı, tarihin en önemli
dönemlerinden birine ışık tutuyor. Hiçbir şeyi olmayan bir çoban iken olağan üstü bir dirayet, inanç, acımasızlık ve zulümle büyük bir imparator olmayı başarmış bir isim. "Büyük insan katili", "Allahın belası", "Mükemmel savaşçı", "Taçlar ve tahtlar hakimi" gibi sıfatlarla anılmış.
Yanında bir kişi bile yokken yüzbinlerce askerden oluşan ordular kurmayı başarmış; çölleri, nehirleri, dağları ve şehirleri insan cesetleriyle doldurmuş ve acımasızca kıyımlar yapmıştır. Hem Müslümanları hem de Hristiyanları perişan etmiştir. Orta Asya'dan Anadolu'ya kadar bütün Müslüman ülkeleri ele geçirmiş ve kütüphaneleri yıkmış, mabetleri yerle bir etmiş; taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamıştır. Moğollar insanlık tarihinin en büyük afetlerinden biri olmuşlardır. Bütün İslam coğrafyasını istila ettikleri gibi, Fransa'ya, Mısır'a, Çin'e ve Hindistan'a kadar ayak basmadıkları yer kalmamıştır.
En büyük hasarı Türkler görmüştür. Biraz da olsa yalnızca Harzemşahlar direnebilmiş, ancak onları da yıkmayı başarmıştır Moğollar. Celalettin Harzemşah'la babası arasındaki fikir ayrılığı yenilgiye neden olmuş; babasının stratejik akıldan yoksun özgüveni yıkım getirmiştir.
Bir Müslümanın hatıratında Moğollar için yazılan şudur: Geldiler, boğazladılar, yağmaladılar ve gittiler.
Kitabın çok kısa özetini sundum. Ancak tarihe ilgi duyanlar için oldukça yararlı bir eser.
11 Aralık 2018 Salı
SUÇ VE CEZA
Kitap en ünlü klasiklerden. Edebiyat ve düşünceyle ilgilenen hemen herkesin mutlaka okumuş olduğu bir yapıt. Benim ki çok kısa bir özet yorum.
***
FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ, asırlardır okunan
SUÇ VE CEZA romanını 1866'da yayınlamış.
Bugün hala okunuyor ve hala çok ilgi görüyor. Çünkü, adalet ihtiyacı hiç bitmiyor. İnsan var oldukça da bu ihtiyaç bitmeyecek. Dostoyevski'nin 60 yıllık (1821-1881) yaşamına bu kadar etkili eseri nasıl sığdırdığı da ayrı bir konu.
***
Romanın başlıca mesajı:
Vicdan, en önemli ve etkili adalet mekanizmasıdır.
***
Roman kahramanı Raskolnikov yoksul bir hukuk öğrencisidir. Petersburg'da ağır yoksulluk yaşamakta ve öğrenimini sürdürmeye çabalamaktadır. Sonunda parasızlıktan bunalır ve bir cinayet işler. Eline geçen parayı da yoksul ve çaresizlere dağıtır.
Aynı kişi hem katil, hem de aziz.
***
Cinayet, entrika, iftira, aç gözlülük, yoksulluk, onur, asalet, bilgelik, deha, akıl oyunları ve inanç...
En temel gereksinimlerini bile karşılamaktan mahrum iken onurundan, kişiliğinden, vicdanından uzağa düşmemek...
Sefalet içinde iken muhteşem bir vicdanın ve merhametin heykelini dikmek...
***
Neyse ki Sonya'nın eşsiz çabalarıyla roman iyi bir finalle noktalanıyor.
Ve kitapta inancın işlevi özenle vurgulanıyor.
***
Kim suçlu?
Toplum mu, Raskolnikov mu?
İşte bu sorunun yanıtı hep tartışılmaya devam edecek.
İyilik yapmak için kötü yollar ve araçlar mübah mı?
Daha yüksek amaçlar için de olsa cinayet işlenebilir mi? Ne kadar iyi yürekli olursan ol, bu seni masum kılar mı?
***
To be or not to be!
***
FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ, asırlardır okunan
SUÇ VE CEZA romanını 1866'da yayınlamış.
Bugün hala okunuyor ve hala çok ilgi görüyor. Çünkü, adalet ihtiyacı hiç bitmiyor. İnsan var oldukça da bu ihtiyaç bitmeyecek. Dostoyevski'nin 60 yıllık (1821-1881) yaşamına bu kadar etkili eseri nasıl sığdırdığı da ayrı bir konu.
***
Romanın başlıca mesajı:
Vicdan, en önemli ve etkili adalet mekanizmasıdır.
***
Roman kahramanı Raskolnikov yoksul bir hukuk öğrencisidir. Petersburg'da ağır yoksulluk yaşamakta ve öğrenimini sürdürmeye çabalamaktadır. Sonunda parasızlıktan bunalır ve bir cinayet işler. Eline geçen parayı da yoksul ve çaresizlere dağıtır.
Aynı kişi hem katil, hem de aziz.
***
Cinayet, entrika, iftira, aç gözlülük, yoksulluk, onur, asalet, bilgelik, deha, akıl oyunları ve inanç...
En temel gereksinimlerini bile karşılamaktan mahrum iken onurundan, kişiliğinden, vicdanından uzağa düşmemek...
Sefalet içinde iken muhteşem bir vicdanın ve merhametin heykelini dikmek...
***
Neyse ki Sonya'nın eşsiz çabalarıyla roman iyi bir finalle noktalanıyor.
Ve kitapta inancın işlevi özenle vurgulanıyor.
***
Kim suçlu?
Toplum mu, Raskolnikov mu?
İşte bu sorunun yanıtı hep tartışılmaya devam edecek.
İyilik yapmak için kötü yollar ve araçlar mübah mı?
Daha yüksek amaçlar için de olsa cinayet işlenebilir mi? Ne kadar iyi yürekli olursan ol, bu seni masum kılar mı?
***
To be or not to be!
21 Kasım 2018 Çarşamba
TARIK BUĞRA, KÜÇÜK AĞA
Her insan bir yolcu yeryüzünde ve bu dünyadan yalnızca geçiyoruz. İşte bu geçişi anlamlandırabilenler, bu yolculukta fark oluşturabilenler insana ve insanlığa birşeyler katabiliyor.
Bazen basite aldığımız, önemsemediğimiz konular ve kitaplar
yaşamın rotası hakkında çok önemli etkiler bırakabiliyor ya da anımsatmalar yapabiliyor. Yazgı... İnanılsın ya da inanılmasın ulusların da kişiler gibi yazgısı var. Bu yüzden romanlar birebir gerçekliklerin kendisi değil. Ancak "yaşanmışlıkların çok önemli ve değerli bir yansımasıdır" denebilir.
Bazen basite aldığımız, önemsemediğimiz konular ve kitaplar
yaşamın rotası hakkında çok önemli etkiler bırakabiliyor ya da anımsatmalar yapabiliyor. Yazgı... İnanılsın ya da inanılmasın ulusların da kişiler gibi yazgısı var. Bu yüzden romanlar birebir gerçekliklerin kendisi değil. Ancak "yaşanmışlıkların çok önemli ve değerli bir yansımasıdır" denebilir.
Ortaöğretim ve lise sıralarında herkesin okuması gereken bir kitap Küçük Ağa. Güzel bir söz vardı : "Geçmişini unutursan onu hep tekrar etmek zorunda kalırsın." Tarih ulusların hafızasıdır. Tarihi bilincin zihinlerde oluşması "birlikte yaşamak" ve "birlikte geleceğe yürümek" açısından terapi edici etkileri olacaktır. Bir ideoloji ve karakter inşa etmek değil; bir varoluşu ve yeniden dirilişi yeni kuşaklara iletmek açısından bu tür kitaplar önemli değerler içermektedir.
Kitap Osmanlı, Arap coğrafyasının kaybedilişi, Kurtuluş Savaşı olaylarını anlattığı gibi; yürekliler, yüreksizler; umudu ayakta tutanlar ve umutsuzlar hakkında da önemli çözümlemeler sunmaktadır.
***
Kitabın bir yerinde Gönülsüzlerin Haydar'ın (Doktor) anlattığı bir anekdot var. Arap coğrafyasında cephede bir Arapla sohbet ederken Haydar Arapların Osmanlıya ihanet ettiğinden söz ediyor. Arabın verdiği yanıt oldukça düşündürücü: "Kızma ve anla Doktor! Osmanlıya bağlı olduğumuz zamanlarda Osmanlı hem güçlü hem de adaletli idi. Şimdi ise ne güç ne de adalet kaldı. Biz de kendimize yeni bir yol bulduk."
Arabın verdiği yanıt aslında insanlık tarihinin özeti. "Güç ve adalet" birlikte olmadığı zaman ulusların devamı büyük bir tehdit altına girmektedir. Toplumsal dengeler ve örüntüler bozulduğu için de arkasından yıkım gelmektedir.
***
Kitabın bir yerinde geçen "Kemiğe hasret itler uluyor" cümlesi de kitapların anlatamadığı, anlatamayacağı toplumsal ve psikolojik pratikleri anlatıyor.
***
Bizde her il, her ilçe ve belki de her kasaba hatta köy filmlere ve romanlara konu olacak tarihi olaylar barındırıyor. Ne yazık ki, bunların yaşama geçmesi konusunda ortak bir kültür ve birikim yok. Mesela Küçük Ağa'da anlatılan Akşehir, çoğu kimsenin bilmediği, tanımadığı bir Akşehir. Yalnızca Nasrettin Hoca ile bildiğimiz Akşehir, bizim bildiğimiz Akşehir değilmiş oysa. Kurtuluş Savaşı'ndaki en önemli merkezlerden ve direniş noktalarından birisi olan Akşehir'i yeterince tanıtan çalışmaların yapılması gerekiyor. Kuvay-ı Milliye'nin en önemli merkezlerinden birisi olan Akşehir aynı zamanda çok kültürlü bir toplumsal yapıyı da yansıtıyor. O dönemdeki Rum ve Ermeni nüfus ve bunların içindeki vatanseverler ile düşman saflarında olanlar çok güzel anlatılmış.
Tarık Buğra Küçük Ağa'da Kurtuluş Savaşı'nı Akşehir ve Konya merkezli olarak anlatıyor. Ankara, Eskişehir, Kütahya savaşın son dönemlerinde en önemli çatışmaların, hezimetlerin ve zaferlerin yaşandığı kentler.
Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri ve siyasi dehasına teslim olan Anadolu'nun zaferi harika bir duygusallık ve bilinçle sunulmuş. Ve Küçük Ağa'nın (İstanbullu Hoca) hayran bırakan vatanseverliği ve yararlılığı.
***
İnsanın öyküsü değişmiyor. İhanet, vatanseverlik, kıskançlık, gurur, zafer, hezimet hep birlikte var oluyor.
Aslında her yaşta yeniden okunması gereken bir kitap bu. Tarihi unutarak köksüzlük sürecine girmemek için okumak gerek.
15 Kasım 2018 Perşembe
Övündüğümüz ölümlü dünya!
Erol Güngör'ün çevirisi olan BATI DÜŞÜNCESİNDEKİ BÜYÜK DEĞİŞME isimli kitaptan eskimez bir şiir.
Bu mu heyhat!
Övündüğümüz ölümlü dünya?
Bu nedenle mi büyük olmak için çırpınıyoruz?
Heveslendiğimiz yücelikten/kibirden nasıl mutluluk gelsin,
Şu zavallı kemikler geçmişin büyük krallarının ise?
İnsan kudretinin nesine güvenilebilir?
Mezarlar hükümdarları bile yedikten sonra.
Aaron Hill, (1685-1715).
İngilizcesi:
Is this alas! Our boasted mortal state?
Is it for this, we covet to be great?
What happiness from envied Grandeur Springs,
When these poor Reliques once were mighty kings?
O frail uncertainity of human power,
While Graves can majesty itself devour!
6 Kasım 2018 Salı
BATI DÜŞÜNCESİNDEKİ BÜYÜK DEĞİŞME
Kitabın yazarı Paul Hazard, çevireni Erol Güngör.
Batı ağır bunalımlardan nasıl çıktı? Zihinsel dönüşümü nasıl başardı? Kilise, hükümet, yurttaş ilişkileri nasıl dönüştü? Batı Ortaçağ ve sonrasında Türklere nasıl bakıyordu?
Rahmetli Erol Güngör'ün muhteşem çevirisiyle okunacak bir eser.
Kitabın değindiği konulardan bazıları (alıntılar ve kavramlar):
Siyasi kurumların temel hedefi insana söz, vicdan ve hareket özgürlüğü sağlamaktır (Spinoza). s. 155
Altın Diş Hikâyesi 8 (s. 179): Silezya'da yedi yaşındaki bir çocuğun bütün dişleri dökülüyor. Azı dişlerinin birinin yerine altın bir diş çıkıyor. 1593 yılındaki bu hadise ile ilgili Horstius bir yazı yazıyor ve "Tanrı'nın bu çocuğa bu dişi, Türklerden çok eziyet çeken Hristiyanları teselli etmek üzere (bir armağan olarak) verdiğini" belirtiyor. Diş kuyumcuya gösteriliyor ve kaplama olduğu anlaşılıyor. Önce bu mucizevi (!) durumla ilgili kitaplar yazılıyor, sonra kuyumcuya danışılıyor. Dogmatik düşünceyi anlatan etkileyici bir örnek.
- Batı düşüncesi 1700'lü yıllardan itibaren etkileyici bir dönüşüm yaşıyor: İnsan, varoluş, düşünce, din, uygarlık, akıl, yaşam, ölüm... İlahi dinler ve ötekiler... Şüpheciliğin yükselişi.
- Yunan, Roma, Mısır, Çin düşünce ve bilgisini yakından tanıma çabaları. Bunun yanında Fransız, İngiliz, Alman, Türk uygarlıklarının analizi.
- Kilisenin bölünmesi: Katolik ve Protestan... Dogmatizm ve reform
- Akılcılığın doğuşu ve kilisenin gerilemesi.
- Otorite ve özgürlük ilişkisinin ağır bir sorgulamadan geçmesi ve yeniden tanımlama çabaları.
- Dil, bilim, kültür ve demokrasiye olan ilginin yükselişi.
- TARİH, uygarlıklar mezarlığı.
- Kral, din, birey ilişkilerinin dönüşümü ve bireyin güçlü bir özne olarak yükselişi.
- Bütün hikâye Habil ile Kabil arasında geçiyor: Katil, cinayet ve kurban.
- Locke, Hobbes, Leibniz, Spinoza gibi beyinlerin varlığı, bireyi, devleti ve toplumu yeniden tanımlama çabaları... Sarsıcı görüşler.
- Doğal hukuk düşüncesinin ve özgürlüğün ilgi görmesi.
- Meşruiyetin kaynağı nedir? Monarşi, demokrasi, halkın durumu.
- Locke'un özgürlük anlayışı ve bireysel mülkiyet düşüncesinin güçlenmesi.
- LOCKE: Mülkiyet, hürriyet ve adalet (eşitlik) doğal olarak herkesin hakkıdır. Yöneticiler bu haklara saygı göstermek zorundadır. İnsanlar doğa durumunda da özgür ve mutluydular.
- LOCKE: Ahlakı bilgiye tercih etmek gerekir. Çünkü hayatta önemli olan çok şey bilmek değil, önemli olan dürüst ve iyi (bir karaktere sahip) olmaktır. Esas olan özgürlüktür.
- Batı Kilisenin zulmünden kaçarken akılcılığı yüceltiyor.
- Leibniz daha o yıllarda Avrupa'yı birleştirmeye çalışıyor. AVRUPA BİRLİĞİ düşüncesinin güçlenmesinde Leibniz'in etkisi büyüktür.
23 Ekim 2018 Salı
DEMOKRASİ YOLUNDA
"Demokrasi aslında demopedidir, yani halkın eğitimidir" diyordu Cemil Meriç. Ali Fuat Başgil'in Demokrasi Yolunda isimli kitabının özeti de bu cümlede yatıyor.
(Ali Fuat Başgil, Demokrasi Yolunda, Yağmur Yayınevi, 1961)
(Ali Fuat Başgil, Demokrasi Yolunda, Yağmur Yayınevi, 1961)
Başgil'in Türk akademi tarihinde seçkin bir yeri vardır. 27 Mayıs sonrası akademiden uzaklaştırılan diğer 147 değerli bilim insanı gibi. Belki daha fazlası. Başgil 27 Mayıs darbecilerine karşı onurlu bir duruş sergilemiş, esaslı bir demokrasi mücadelesi vermiştir. Sonuçta kaybetse de, sözde kazananlar kadar kaybetmemiş, onuruyla tarihte yerini almıştır.
***
Demokrasi Yolunda isimli çalışmasından bazı kısımlar aktaracağım. Ancak, siyaset bilimine ve demokrasi kuramlarına ilgi duyanların okuması gereken bir kitap. İlk baskının ne zaman olduğunu bilmiyorum. Ben 1961 baskısını okuma fırsatı buldum.
Kitaptan bazı alıntılarla sizleri baş başa bırakıyorum:
* Önce hakkı ve hakikati bil ki, hak ve hakikat ehlinin kimler olduğunu bilesin.
* Demokrasi her şeyden önce bir gönül işi ve toplumsal terbiye meselesidir. Demokrasi terbiyesinin ahlaki formülü şudur (s. 6):
İyiliği ve adaleti sevecek, kötülükten ve zulümden nefret edeceksin. Yalnız nefret edip durmayacaksın, hem de onunla mücadele edeceksin; gücün yetiyorsa elin kolunla; değilsen sözlerinle ve yazılarınla; buna da gücün yetmiyorsa kötülük ve zulüm yapanlardan yüz çevirip onlara selam vermemek ve merhaba dememek suretiyle mücadele edeceksin....
* Hükümetin görevi, fitne ve fesadı (bozgunculuğu, kargaşayı) önlemek, anlaşmazlıkları ve çatışmaları halletmek suretiyle adalet ve hakkaniyeti hakim kılmaktır (s. 7).
* İktidara serbest ve güvenilir seçimlerle geliş, bir hükümetin demokratik olması için ilk şarttır, fakat son şart değildir. Demokratik bir hükümet, iktidarı hukuk prensipleri ve insan hakları üzerinden kullanır. Bu prensip ve hakların başında ise, vatandaşların hürriyet ve müsavat (eşitlik) hakları gelir. Bunlar da devletin anayasasında gösterilir (s. 14).
Kitap ağırlık olarak "hürriyet mefhumu" (özgürlük kavramı) ve demokrasi üzerinde durmakta, demokrasinin kökenlerini ortaya koymaktadır. İsonomia, isegoria, oligarşi, mutlakiyet gibi kavramları da irdeleyen kitap, dönemine göre hayli ileri düşünceleri içermektedir.
İlgilenenler kitabı edinebilirler. İnternette hala baskısı yapılıyor gözüküyor.
Son bir cümle:
İnsan yaşamak, hayattan kam (lezzet) almak hırsına ve bu hırsın yarattığı kin, intikam, iki yüzlülük, kıskançlık ve tembellik gibi hastalıklara sahiptir (s. 17).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)