Akif Çukurçayır blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Akif Çukurçayır blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2019 Cumartesi

YILDIZIN PARLADIĞI AN: FATİH SULTAN MEHMET

İnsanlık tarihini dönüştüren kişilerin sayısı nedir acaba? Sıradanlıktan kurtulan; fetihle, sanatla, bilimsel buluşlarla ve felsefeyle insanlık tarihini yön veren kaç kişi tarihteki seçkin yerini alabilmiştir? Kuşkusuz milyarlarca insan gelip geçmiştir ama öldükten sonra yaşayanların sayısı oldukça azdır. Onlar gökteki yıldızlar ve okyanustaki inciler gibidirler.
Fatih Sultan Mehmet de, yalnızca Türk tarihini değil her yönüyle insanlık tarihini etkileyen ve biçimlendiren parlak yıldızlardan birisidir ve insanlık tarihi boyunca sevenleri ve sevmeyenleri tarafından hayranlıkla anılmış ve anılacaktır.

Stefan Zweig, tarihin kırılma anları ve o anların mimarlarını yazmış, YILDIZIN PARLADIĞI ANLAR isimli kitabında. İlk yıldız olarak da, Fatih Sultan Mehmet'i seçmiş ve İstanbul'un
fethini anlatmış. Türk tarihinin ve elbette Osmanlı tarihinin en büyük hükümdarları arasında seçkin bir yere sahip olan Fatih Sultan Mehmet, bir insan olarak her şeyiyle sıra dışı ve hayranlık uyandıran bir kişi. 

Daha 21 yaşında dünyanın gidişatını değiştiren ve yön veren bir kişidir Fatih. İstanbul'un fethi bir çağın kapanışı ve bir çağın açılışından çok daha büyük bir olaydır. Bütün dünyanın ekonomik, siyasal, toplumsal, bilimsel ve teknolojik yeni  ve hızlı bir evreye girmesinin de ana sebeplerinden birisidir. Coğrafi keşifler, rönesans ve reform hareketlerinin bu tarihten sonra ortaya çıkması ve güçlenerek dünyayı değiştiren olgulara dönüşmesi rastlantı değildir. 


Stefan Zweig'ın anlatımıyla Fatih ve fetih:
5 Şubat 1451'de bir ulak Manisa'ya geliyor ve babasının öldüğünü haber veriyor. Zeki ve azimli şehzade kimseye haber vermeden en iyi atına atlıyor ve Edirne'nin yolunu tutuyor. 

Şehzade Mehmet'in Osmanlı hükümdarı olduğu haberi Avrupa'yı dehşete düşürüyor. Yüzlerce casustan öğrendikleri şudur: Genç sultan İstanbul'u fethetmek için ant içmiştir ve gece gündüz bu işin planlarıyla meşguldür. Askerlik ve siyaset alanında çok maharetlidir. Hem dindar, hem de acımasızdır. Bilim ve sanat adamıdır. Sezar'ın ve diğer Romalıların yaşamını Latince aslından okur. Bu yorgunluk bilmeyen genç Avrupa'yı ve Bizans'ı korkutmaktadır. 

İstanbul Roma'nın, Avrupa'nın ve elbette Bizans'ın son pırlantasıdır. Ülkesiz ve gövdesiz bir başa dönüşen İstanbul artık can çekişmektedir. Son Bizans imparatoru Konstantin Dragas'ın sırtındaki hükümdar elbisesi sadece bir hayal pelerinidir. Konstantin Avrupa'dan hemen yardım isteyecektir. Zira, İstanbul Avrupa'nın onurudur. Bizans hemen kavgalı olduğu Roma ve Venedikle barışmaya ve ittifak yapmaya çabalıyor. İstanbul sayesinde Avrupa Birliği düşüncesi ortaya çıkıyor. 

Genç Sultan bütün hazırlıklarını tamamlayana kadar hep barıştan söz etmiş, yaptığı anlaşmalara sadık kalacağını açıklamıştır. Keyhusrev'in boğazı geçtiği en dar yerde Rumeli Hisarı'nın inşaası başlıyor. Sonunda 5 Nisan 1453 günün birden bastıran bir seli andıran muazzam bir Osmanlı ordusu Bizans önündeki vadiyi kuşatıyor. Sultan Mehmet seccadesini yere seriyor, Mekke'ye dönüyor  ve arkasındaki dev ordu da aynı şeyleri yapıyor. Büyük bir dua yükseliyor. Herkes kuvvet ve zafer için dua ediyor.

Kentin surları üç katlı bir zırh tabakası gibi kenti koruyor. Sultan Mehmet bu duvarları nasıl yıkacağını gece gündüz düşünüyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Teodos surları bir türlü yıkılamıyor. Her ne pahasına olursa olsun, yeni bir saldırı aracı bulmak zorundadır ve bir Macar ortaya çıkıyor; binlerce araba dolusu cevher bu Macar ustanın emrine veriliyor ve dev toplar dökülmeye başlıyor. Dünyanın o zamana kadar tanıdığı topların en büyüğü yapılıyor. Bu "taş atan makine" surları yıkacaktır. Bu demirden canavarlar İstanbul'a binlerce insan ve hayvan gücüyle getiriliyor. Ve bu ağır toplar Bizans surlarını parçalıyor, lokmalara ayırıyor. Sultan Mehmet'in 150 bin kişilik ordusu bütün gücüyle saldırıyor surlardaki deliklerden İstanbul'a girmeye çalışıyor. Çocukların ellerinden tutan yüzlerce kadın kiliseleri doldurup dualar ediyorlar ama hiç kimse Bizans'ın yardımına gelemiyor. 

Ceneviz yardımını getiren gemiler görününce Türk gemileri bunların karşısına çıkıyor. Mehmet eğri kılıcını çekerek amiraline "Kaybedecek olursan buraya canlı dönme" diyor. Ceneviz gemileri rüzgarın çıkmasıyla Bizansa ulaşıyor ve halk kısa bir süre için çok mutlu oluyor. Ama o gece dünya tarihinin ender olaylarından birisi yaşanacaktır ve Sultan Mehmetin donanması dağları aşacaktır. Bu hayal zenginliği ve cüret bakımından Anibal ve Napolyon'unkilerle gerçekten boy ölçüşebilir. İmkânsızı gerçekleştiren bir deha o gece gemilerini karadan yürüterek Haliç'e indirmiştir. Bol bol yağa batırılmış yüzlerce yuvarlak tahta teker harekete geçiyor ve bu dev silindirlerin üzerindeki kızaklardaki gemiler Haliç'e iniyor. Yüce olan her şeyde olduğu gibi büyük bir sessizlik ve hesap kitap içinde yürütülüyor gemiler. 

Sultan Mehmet usta bir psikolog olarak yüz elli bin insanın savaş arzusunu doruğa çıkarıyor; büyük karargâh boyunca bir çadırdan ötekine atını koşturuyor; kumandanlarını ve askerlerini yüreklendiriyor. Ayasofya'da son ayin yapılıyor ve son dualar ediliyor.

Ve o an;
Osmanlı ordusu muazzam bir uğultu halinde surları dövüyor, saldırıyor ama bir türlü içeri girilemiyor. 
Fakat, kimsenin aklına hayaline gelmeyen bir şey oluyor. Türk askerleri deliklerden içeri giriyor fakat bir türlü iç surları geçemiyorlar. 
Ama bir unutkanlık her şeyi değiştiriyor. Barışta yayalara ayrılmış olan küçük bir kapı olan Kerkaporta kapısı bir unutkanlık sonucu açık bırakılıyor. Yeniçeriler önce bunun bir savaş aldatmacası olduğunu düşünüyorlar. Fakat hiçbir karşı koymayla karşılaşmadan birkaç yeniçeri ilerliyor. Bizanslılar birden bire Türkleri kendi safları arkasında görünce o kudretli feryat yükseliyor: "Şehir alındı."

İhanete uğradığını sanan savaşçılar limana koşup gemilere binmeye çalışıyorlar. Bizans imparatoru savaşarak can vermiştir artık ve savaş bitmiştir. Herkesin unuttuğu Kerkaporta kapısı dünya tarihinin gidişatını değiştirmiştir. 

Bu zafer gününün ikindi vaktinde Sultan Mehmet Fatih olarak şehre girmiştir. Büyük bir ağırbaşlılık ve gururla kır atının üzerinde ilerlemektedir. Ayasofya'nın önüne geliyor, büyük bir alçak gönüllülükle atından iniyor secdeye kapanıyor ve bu büyük zafer için dua ediyor. Bu zafer Roma'da, Venedikte ve Floransa'da korkunç yankılar uyandırıyor. Fransa ve Almanya bu korkunç gök gürültüsünden haberdar oluyor. Ancak, olan olmuştur ve Doğu Roma yıkılmıştır.

Bir insan yaşamında olduğu gibi tarihte de, kaybedilmiş bir anın yanıp yakınma ile bir daha geri geldiği görülmemiştir. Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl bile geriye getiremez.

Ve;
İnsanlık tarihi böylece büyük bir fatihi selamlıyordu... Yeni bir çağ açılmıştı ve insanlık artık yeni bir dönüşüm ve değişim evresine girmişti...


31 Ağustos 2019 Cumartesi

SINANMAK

Yolculuktur yaşam! ... 
Sınanmayla geçer bu yolculuk!...
Kendine, zamana, sevdiklerine ve sevmediklerine, fırsatlara, kayıplara, olanaklara, olanaksızlıklara, haksızlıklara, vicdansızlıklara, iyiliğe ve kötülüğe karşı hep sınanır insan...




Her bir insanın yaşam yolculuğu olağanüstü değerli ve üzerinde düşünmeye değer. İnsan muazzam ve aynı zamanda zavallı bir varlık. 

Ağlayarak dünyaya adım atıyor ve arkasından ağlanarak uğurlanıyor. Çünkü insan, insan gibi yaşamışsa kaybından büyük hüzün duyulan bir varlık. Bir de insan gibi yaşamamışlar var, tarihin çöplüğüne çöp olarak atılanlar... Hatırlansa bile, lanetle anılacak olanlar. Sınanmanın gizemi burada: Arkada bıraktıklarınla ya lanetlenirsin ya da hep iyilikle anılırsın...
İnsan olarak gelip insan olarak gidebilen, sınanmanın gizeminini bir ölçüde çözmüş demektir. Yaşamın her anıyla, her olanağıyla, her fırsatı ve zorluğuyla; ve elbette kendinizle ve çevrenizle sürekli olarak sınanma durumu var. 



***

İnsanın sınanması ilkelerine, değerlerine, beklentilerine ne tür karşılıklar verdiğiyle ilgilidir. Amaçlarının ve araçlarının değeriyle sınanır insan. Bir fani varlık olarak, "insan olmanın" gereklerine ne kadar karşılık verebildi, verebiliyor? "Beyhude dolaştım, boşa yoruldum"la bitiyorsa yaşam, bu sınanmanın sonu hüsran demektir. Vicdanlı, adil, duyarlı, empati sahibi biri olarak yaşama veda edemiyorsa insan, yine sınanma hüsranla bitmiş demektir. Sağlığını, zamanını, boş vaktini ve enerjini iyilik üretmeye harcamadınsa sınavı kaybettin, geçmiş olsun. 



Var olmak için  doğal olarak bir aile gerekiyor. Ve bu bir minnet gerektiriyor, borç durumu ortaya çıkarıyor. Varlığı anlamlandıran kurumdur aile. O aile, toplumsal değerleri aktaran bir eğitim kurumu aynı zamanda. İnsan, o ailenin büyüklerinin emekleriyle bütün gelişim süreçlerini yaşıyor. İnsani değerlerle donanmış bir aile kuşkusuz sağlıklı bireyler yetiştirir.  

Anne baba, çocuğunu her zaman iyi görmek ister. Her bakımdan kendine yeten, vefalı, çevresine duyarlı, sorumluluk sahibi bir insan bir ailenin en değerli mirasıdır. Anne baba veya bütün akrabalar için hayal kırıklığı olmak mı, onur duyulacak bir kimliğe ve kişiliğe sahip olmak mı?  Sınanmanın farklı bir alanı...



İnsanın topluma karşı sınanması: Toplumla barışık yaşayabilmek mesela. Sosyal adalete katkı sunmak, sosyal sorumluluk sahibi olmak, "ötekileştirmeden, yargılamadan, dışlamadan" kamusal alanı paylaştıklarına "iyilikle" katkı sunmak... Sınanmanın farklı bir türü. 


İnsanın milletine, ülkesine ve ülkesinin değer yargılarına karşı sınanması vardır: Toplumu, toplumsal birlikteliği oluşturan uzun bir geçmiştir, tarihtir; ortak acılardır, sevinçlerdir. İnsan kültürel kodlarıyla da sınanır. Mankurtlaşıp bilincini kaybettiğin zaman, bu sınavı da kaybettin demektir. Makyavelist yaklaşımlarla "amaç için her araç meşrudur" diyerek yaşarsan milletine, ülkene ve ülkenin değer yargılarına en büyük kötülüğü yapmış olursun.

İnsanın, insanlık ailesine de borcu vardır. O da, o büyük insanlık ailesinin vicdanlı, adil, çalışkan bir üyesi olabilmekle ilgilidir. Ve elbette bütün insanların değer yargılarına saygı göstermekle ilgilidir.

Ve;
Bireyin bu kadar farklı boyutta sınanması varken, toplumun milletin sınanması yok mudur?
Vardır elbette!
Toplum vicdanını kaybetmişse, adalet terazisi sürekli eksik tartıyorsa; insanların, kurumların birbirine güveni yaralıysa; yoksulun, mağdurun, kimsesizin sayısı artıyorsa; bireylerin gelecek kaygısı bütün kaygıların önüne geçmişse; liyakat ve ehliyet yerine kayırmacılık ağır basıyorsa, toplum da, ülke de, ülkenin değerleri de ağır bir sınanmadan geçiyor demektir. 

Nurettin Topçu, "Var Olmak" isimli eserinde "Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak" derken, asıl kazancın gönüllerde kaybetmenin de her türlü "çıkarcılıkta" olduğunu söylüyordu. Yanlış mı? "Sonunda dünyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünüyle görüyoruz. Böylece sefaletimize boyun eğiyoruz." 
Nurettin Topçu'yla devam edelim: Sezar'la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı. Ne kaldı onlardan geriye? İnsanlığın kalbine gayz, kin, intikam ve düşmanlık tohumlarını attılar. Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götüren gönüller. Sokrat zindanda, Hallaç darağacında zafer kazandı. Mevlana ve Mehmet Akif kıyamete kadar gönüllerde yaşayacaklar..." 

Birey de, toplum da, ülke de, bütün bir insanlık da tarihe karşı sınanır; vicdana karşı sınanır; insanlığın evrensel birikimlerine yani vicdana, adalete, empatiye, hakkaniyete karşı sınanır...
Tarih insanların, toplumların, ülkelerin ve insanlığın vicdanının sınanmalarının tarihidir... 

Başka da bir şey değil!

***
"Kalbinizin karanlığından korkuyorum" diye yazmış birisi sosyal medyada. Çok çarpıcı bir cümle... 
Kalp karardı mı, kara kalbin sahibi zaten kaybetmiştir. 
Ama kara kalplilerin sayısının artması ve dayanışma içine girmesi birey için de, toplum içinde büyük kaygılar oluşturur. 
Ne mutlu kalbi aydınlık olanlara...

Merhameti olmayan insan kaybetmiştir. 
Nurettin Topçu'nun bu yakıcı değerlendirmesi ile bitireyim:
"Merhamet bütün evrene yayılmış ilahi bir cevherdir. O sevginin kaynağıdır. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur!"





31 Temmuz 2019 Çarşamba

ACELE GENELLEMECİLİĞİN SEFALETİ ÜZERİNE

İnsan, "genelde" genellemecidir. "Toptancılığı" severiz. Etiketler  geçeriz. En zayıf yanımızdır. Aşil'in topuğudur bu ve hepimizde bulunur. Ancak,
kitlelerde bu bir yazgıdır, karakterdir, tutumdur ve tavırdır. Acele genellemeler sonucunda masum olan cani olur, cani olan masum olur. Melek şeytan olur, şeytan melek olur. 
İnsan neden genellemecidir? Neden düşünüp taşınmadan aceleyle genellemecilik yapar? Çünkü, kolaycılık, yaşama dürtüsü ve her türlü çıkar beklentisi buna zorlamaktadır. Genellemeler yapmazsa, genellemeci grubun ya da gücün yanında yer almazsa varlığını ve çıkarlarını devam ettiremeyeceği kaygısını taşır. 
"Hiçbir toplum ya da topluluk ne tamamen iyidir, ne de tamamen kötüdür." Çünkü, sonuçta bütün toplumlar ve topluluklar "insanlardan" oluşmaktadır. İnsanın da, organizma ve ruh olarak dünyanın bütün coğrafyalarında "çok büyük benzerlikler" gösterdiği, aynı türün bir üyesi olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İnsanı üstün yapan, vicdanlı bir varlık olabilme kapasitesidir. Ayrımcılık, ötekileştirme, yalnızlaştırma, lanetleme hem insanın doğasına hem de ilahi yasalara aykırıdır. Böyle olduğu içindir ki, "insan hakları" kavramı son yüzyılların üzerinde uzlaşılan çok önemli bir değer olarak yükselmiştir. Mesela Anayasamızın onuncu maddesi "Herkes dil, din, ırk, renk, mezhep, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç ve benzeri nedenlerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir"  demektedir. Ama bu anlayış hiçbir toplumda genel kabul görmez.  Uygulama her zaman farklıdır ve ne eşitlik ne de adalet göreceli olarak bile özüne uygun olarak yaşama alanlarına yansımaz. İslamiyet son ilahi din olarak belirli bir ırka, coğrafyaya, topluma ve topluluğa hitap etmek yerine, bütün insanlara hitap eden bir din olarak gelmiştir. Ancak, İslamiyetin yaşandığı coğrafyalar (en azından günümüzde) ayrımcılık ve bölücülük konusunda büyük facialar yaşamaktadırlar. Mezhep, ırk veya başka nedenlerle insanlar birbirleriyle ölümüne mücadele etmektedirler. Bir anlamda bu coğrafyalarda yaşayanlar "acele genellemelerin köleleri" durumundadırlar. Çünkü, İslamiyet "akıl"a büyük önem verdiği halde, sanki akıl bu coğrafyalardan göç etmiş durumdadır.  Bilimsel yöntem araştırmayı, şüphelenmeyi, test etmeyi öngörür. Aklın ve vicdanın gereği de budur. Karşısındakilerin kimliği ve aidiyeti ne olursa olsun bir insan olduğunu ve bir hukuku olduğunu hiçbir zaman düşünmemek, tamamen kısıtlı düşüncelerin köleliğinden kaynaklanmaktadır. En büyük kölelik, düşünce köleliğidir. Zihinlere vurulan prangalar görünmezler. Myanmar'da Hinduların yaptığı veya Afrika'da çeşitli dinlerin ve milletlerin birbirine yaptığının, Bosna'da olanların Suriye'de olanlardan hiçbir farkı yoktur. Dinler, diller aynı da olsa, ayrı da olsa, "genellemecilik" ve "ötekileştirme" nükleer bomba gibi toplumları hızla yok oluşa sürüklemektedir. Ötekileştirmelerin olduğu coğrafyalarda bütün evlerin bacalarından acı, ızdırap ve hüzün yükselmektedir. Değişmez!

Gelişmiş toplumlar ve gelişmiş insanlarda "sorgulama" yeteneği de gelişmiş olduğu için genellemecilik çok da yaygın zararlara neden olmamaktadır. En azından "kamusal akıl" genellemeciliğin hasarlarının asgariye indirilmesi için aktif bir biçimde varlığını hissettirmektedir. 
Bu insanlığı kurtarmakta mıdır? Hayır!
Çünkü, entellektüellerde de genellemecilik vardır. Acele genelleme entellektüel kibrin büyük ayakbağı olarak kendini gösterir. Acele genelleme, dehanın bile kendini çarpıp parçalayabildiği bir kaya olabiliyor. Batılı entellektüeller için de "acele genelleme köleliği", öz değerlerini ve birikimlerini inkâr biçiminde yansıyabiliyor.  Çünkü, birçok kişisel ve kurumsal tutumda, olaylara ve olgulara bakış "Batı ve ötekiler" olarak kendini gösteriyor. Böyle olunca da, insanlığın "evrensel birikimlerinin en iyi temsil edildiği" Batı, insanlık için bir umut olmaktan çıkıyor. Amin Maalouf'un Çivisi Çıkmış Dünya isimli eseri bu konuyu oldukça güzel  ve ayrıntılı işlemektedir.

Peki "insanlık ailesi" ne zaman bir aile olduğunu hatırlayacak? Antik çağ düşünürlerinin dediği gibi Tanrı Güneşi, ayı, dünyayı ve bütün varlıkları yalnızca belirli bir ırk, din, dil, toplum ve topluluk için yaratmamıştır ki! Bütün bir insanlık için yaratmıştır ve yarattığı olanaklardan da hiç kimseyi yoksun bırakmamıştır. Bütün yoksunlukları ve kötülükleri üreten insandır. Dini, dili, ırkı, rengi, inanışı, coğrafyası fark etmiyor.

Einstein'a atfedilen "Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur" sözü ne kadar doğru. İnsanlar artık önyargılarının ve acele genellemelerinin sefil köleleri olarak yaşamaktadırlar ve bunun farkında bile değildirler.

Cemil Meriç, "Batı aklın, Doğu hikmetin (bilgeliğin) vatanıdır" demişti. Aslında bir zamanlar aklında mekanıydı Doğu. İnsanlığa çok değerli katkılar sunabilmişti. Bugünkü manzarada ne akıl görünüyor, ne vicdan, ne ahlak, ne hukuk, ne de hikmet... 

Kolayca "etiketleme sefaleti", insanlığın yıkımıdır. Acele genellemeler ve etiketlemeler bir kısım insanlar, gruplar ve topluluklar için kazançlı olabilir. Ancak, toplumlar, ülkeler ve insanlık için telafi edilemeyecek kayıplara neden olabilmektedir. 

23 Temmuz 2019 Salı

İNSAN UNUTUR!

Bir ara Heinrich Böll'ün Frankfurt Konferansları isimli çok eski basım bir kitabı elime geçti. Almanya'nın ve Almanların dramını anlatan; milletleri
yücelten ve çökerten durumları tutarlı bir biçimde ortaya koyan bir kitaptı bu. Almanya'nın Weimar Cumhuriyeti dağıldıktan sonra faşizme teslim olduğu 1933-1945 yılları için "Almanlar kültürleri zedelenmiş bir millet" betimlemesi yapıyor kitap. Almanlar ne yaptı ki, kültürleri zedelendi? Faşizmi iliklerine kadar yaşadılar, onlarca milyon insanın ölümüne neden oldular da ondan. "Zedelenmemiş ve hasar görmemiş kültür" yaşamdan yanadır. Cehalet ise ölümden yana... Almanlar bu dönemde otomata dönüştü; birşey tasavvur edemediler, düşünemediler. Yalnızca yukarıdan gelen emirlere teslim olan robotlara dönüştüler. Oysa, "birşey tasavvur edebilmek (hayal edebilmek, tanımlayabilmek, tasarlayabilmek), kültürlü olmanın en yüksek düzeyidir" diyor Böll. Haksız da sayılmaz.
Kitlesel yıkımlar ve acılar düşünceyi öldürür. Düşünce öldüğünde kültür ölür, insan ölür. Yıkımdır bu! 

Ve bu durumu Adorno çok yakıcı bir biçimde ifade ediyor: "Auschwitz'den sonra artık şiir yazılamaz." Daha da ileri gidiyor ve "Auschwitz'den sonra insan artık nefes alamaz, yiyemez, sevemez, okuyamaz" diyor. 
Auschwitz nedir peki? Nazi zulmünün zirve yaptığı toplama ve soykırım kampı. Şu anda Polonya'da bulunuyor. Soykırım müzesi olarak bütün dünyanın ziyaretine açık. Almanya'da yüksek lisans yaparken Polonyalı bir arkadaşımın daveti üzerine Auschwitz'i görme olanağı bulmuştum. Orada yaşananlar ve yaşatılanlar insanlığın en büyük ve unutulmaz utançları olarak tarihe kazındı. Weimar'ı ziyaret ettiğimde de ilginç bir anekdot anlatmışlardı. Savaş sonrası Almanya'yı işgal eden Amerikalıların bir subayı Weimarlı bir vatandaşa soruyor: "Burada bu kadar zulüm olurken neden hiç müdahale etmediniz." Vatandaş diyor ki, "Bizim bunlardan haberimiz yoktu...." Bunun üzerine Amerikalı subay, "Ben on bin kilometre uzaklıktan duydum da siz nasıl 60 kilometre uzaklıktaki bu kıyımı duymadınız?" 

Auschwitz'in kapısında ne yazıyordu? Şindler'in Listesi filmi gibi birçok filmde hafızalara kazınan o ünlü slogan: "Çalışmak, özgürleştirir. (Arbeit macht frei!)" O dönemin toplama kampı sorumluları insanları öldürerek özgürleştiriyorlardı! 
Peki gerçekten Auschwitz'den sonra "şiir yazılamadı" mı? İnsanlar "nefes alamadı" mı? Daha da ötesi "yiyip içemedi, nefes alamadı, okuyamadı" mı? Adorno haklıydı; bu öylesine bir acıydı ki, insanın bütün duygularını kilitliyor ve insanın "ne kadar kötü olabileceğini, kötülüğün zirvesini" gösteriyordu. 

Ama ne oldu?
Herkes unuttu Auschwitz'i. Çünkü, dünya kapitalizme ve gündelik zevklere yenik düştü. "Çalışmak özgürleştirir" zalimliğinin yerini "tüketim özgürleştirir" zalimliği aldı ve insanlar başkalarının acılarına karşı tüketim kültürü sayesinde duyarsızlaştı. Tüketim kültürü adeta insanlığı uyuşturdu. 
Oysa "İnsanı insan yapan onun dili, sevgisi ve de birbirlerine olan bağlılığıdır ve bu unsurlar insanı kendisiyle, başkalarıyla ve Tanrı'yla ilişkilendirir" diyordu Böll. İnsanın tarihsel dramı günümüzde o ünlü ifadeyle "post truth" bir drama dönüştü. Yaşamıyor, ama yaşıyor zannediyor. Düşünmüyor, ama düşünüyor zannediyor. Vicdansız, ama vicdanlı olduğunu zannediyor. İki yüzlü ve hatta çok yüzlü, ama son derece dürüst görünüyor. Son derece bencil, ama özverili ve empati düşkünü rolünü muazzam oynuyor. Kötülüğün en profesyonelini yapıyor, ama muazzam mazlum rolü oynuyor. Otomata dönüşmüş, ama beyin taşıdığına inanıyor. İnsanlığı terk edeli çok olmuş, ama insan rolünü mükemmel oynuyor. İnsanların arttığı, insanlığın gittikçe tükendiği çağı düşünebilenler iliklerine kadar yaşıyor. 

Beyaz Köpek Balığı Derili Takım Elbiseli Adam isimli romanda Kral Faruk ve Nasır dönemi Mısır'ı ve Ortadoğu'da yaşanan acılar yürek burkucu bir biçimde anlatılıyor. Limon Ağacı isimli roman ise gerçek olaylara dayanan sarsıcı bir Filistin dramıdır. Tarihe tanıklık ediyormuş gibi yaşıyor insanlar, ancak sinemada bir film seyreder gibi. Bütün gerçeklikler insanlar için artık bir film, kurgusal bir roman, popüler bir roman. "Tüketiyorum o halde varım" felsefesi her şeyi anlık tüketen insanları anlatıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Ancak bunlar ötekiler için "anlık hayretler, anlık şaşırmacalar, anlık hüzünler, anlık empatiler, anlık insanlaşmalar vs..." 

Artık fikri sabit haline gelmiş kanaatim:
Yeryüzünde şaşıracak hiçbir şey yok aslında. Kadim kültürümüz bize ne öğretmişti? "İnsan nisyan ile malüldür." 
İnsan, unutur!
Ve yine kutsal kitabımız ne diyor?
"İnsan zalim ve cahildir."
Bütün dünya, bütün coğrafyalar üç aşağı beş yukarı benzeri yıkımları yaşar. Yaşayanlar, yaşadıklarıyla kalır. Ötekiler izler.
Ve hayat devam eder...


9 Temmuz 2019 Salı

Öğrenen İnsan

İlim ilim bilmektir, 
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsen,
Bu nice okumaktır? Yunus Emre

Bu aralar yalnızca "insan" ve "onun öyküsü" üzerine okuyor ve
kendimce düşünmeye çalışıyorum ve bunu yaparken insanlık tarihi boyunca da bu konularda düşünenlerden yararlanmaya çalışıyorum. Düşünmek, iyi iş. İnsanın ruhunu ve kalbini besliyor. 

İnsanın yaşam yolculuğunun gizemi hakkında yeterince düşünülmüş, konuşulmuş aslında. Bir önceki yazıda ve daha önceki bir yazıda bu düşüncelerden bazılarına değindim. Bu yazıda da biraz dağınık da olsa aynı yolda devam edeceğim. 
İnsanın doğru bilgiye ulaşması diye bir kesinlik var mıdır? Genelde her şey görecelilik üzerine kurulu gibi görünüyor. Çünkü, insanlık tarihi bunu gösteriyor. Bilginin kaynağı, farklı dönemlere ve toplumlara göre değişmekle birlikte vahiy, akıl ve deney gibi farklılıklar gösteriyor. İnsanlar bugüne kadar temel olarak genellikle bu kaynaklardan beslenerek kendi yaşamı için doğru olanı bulmaya çalışmış. Ancak, genel bir fotoğraf çekildiğinde nesnel bir bakışla bakarsanız aynı din, aynı ideoloji ve aynı düşünce sistemi içinde bile birliktelik yok. Doğrular ve yanlışlar hakkındaki tutum ve kanaatler ve hatta davranışlar inanılmaz farklılıklar gösteriyor; "aynılıkların içerisinde" muazzam düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. O halde bizim için iyi olanı, bizi geliştirecek olanı, bizi zihinsel ve duygusal zenginliğe götürecek olanı nasıl bulacağız?
Bugün bütün dinler, ideolojiler, sistemler "kendi üstünlükleri" hakkında tavizsiz. İnsanı mutlu edecek yol ve yöntemler konusunda  dinler ve ideolojiler ne diyor? İnsanın mutluluğu yer yüzünde mi, öbür dünyada mı? Dinlere göre ahirette, ideolojilere göre ise dünyada. Platona göre, bu dünya "gölgeler dünyası" ve gerçek dünyanın bir yansıması.

Fransız filozof Montaigne (1533-1592), akla ve deneye önem verirdi ve en büyük kaygısının "iç özgürlüğünü" korumak olduğunu söylerdi. İç özgürlüğü? Korkulardan, kaygılardan, beklentilerden bağımsız olmak mı? "Kendini tanıyarak ve öğrenerek" dünyanın bütün ihtişamına, sunduklarına ve tuzaklarına eyvallah etmemek mi?
"Benim yaptığım şey, bildiklerimi söylemek değil kendimi öğrenmektir. Başkasına değil, kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına anlatmakla da kötü bir iş yapmıyorum. Bana yararı olan bir işin başkalarına da yararı olabilir." 
Kendini tanı. Çünkü sen Tanrı'nın muhatabısın. Akıl, bilinç ve yürek sahibisin. "Kendini olduğundan az göstermek alçak gönüllülük değil, aptallıktır. Kendine olduğundan az değer vermek, korkaklık ve pısırıklıktır. Kendini olduğundan fazla göstermek de çoğu kez kibirden değil, aptallıktandır."

Demek ki, değerini hiçleştirmek de değerini abartmak da akıl dışı ve hiçbir nesnelliği yok. Filozofların bütün işinin ve bu arada dinlerin temel kurgusunun insanın en ölümcül kaygısı ve endişesini, yani "ölümü" açıklamak olduğunu biliyoruz. Montaigne de, "felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir" diyor. Düşünerek, ölüm korkusunu yenmek, Steve Jobs'un dediği gibi bu eşsiz olayın son derece doğal olduğunu ; aslında olması gerekenin bu olduğunu içselleştirmek ancak "kendini öğrenenlerin" işidir. Çünkü, "ölüm, ölümü bekleyişten daha az acı verir." Kafka ne güzel demiş: "Ölümün olduğu bir dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında." O halde?

*** İnsan, doğru olmasa da işine gelene inanır.***

Yaşamı cesaretle yaşamak ve tamamlamak gerekir. Seneca, "cesaret, tehlikeye doymaz" demiş. Hz. İsa 33 yaşında çarmıha gerildi. Büyük İskender 33 yaşında öldü. Tarihin bildiği ve kaydettiği birçok isim 50 yaşını göremeden yaşam yolculuğunu tamamladı. O halde yaşarken, gerçekten yaşamak lazım. İnsanca, cesurca ve vicdanını çöpe atmadan. İnsanlığını eski bir elbise gibi çıkarıp atarak ve ihtiraslarının kölesi olarak, tiksinti verici bir canavara dönüşerek bu yaşam yolculuğunu tamamlamak, insan olarak bu dünyaya gelenler için çok acınası ve zavallı bir son oluyor genellikle.

İnsanın yaşam yolculuğu yalnız başlar; yalnız başına gelir bu dünyaya ve yalnız başına gider. "Ey dostlarım, dost yoktur bu dünyada" diyen Sokrates ne güzel ayna tutmuş insanlığa? İnsan yaşamında yüzlerce, binlerce insan tanır. Ama dost diyebileceği, yaşam yükünü birlikte paylaşabileceği kaç kişi çıkar? Öyle iyi gün dostları değil kast edilen elbette. Zor zamanların, zorlu anların dostları. T. Hobbes da bu konuda oldukça karamsarlardan: "İnsan yaşamı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer." O dönemlerde yaşam elbette çok daha kısaydı. Bugün yaşam uzadı, insanlar göreceli olarak daha iyi koşullarda yaşıyor ancak insanlıklar kısaldı.

"İyi insan"ı nasıl tanımlarız? "Akıllı, dikkatli, duyarlı, cesur, dost canlısı, adil, işbirliğine ve yardımlaşmaya açık, dürüst, sorumluluk sahibi vs..."  gibi birçok tanımlama var.
Kötülüğü meşrulaştıran, yücelten ve önerenler de var. N. Machiavelli " İnsan iki yüzlü olmalıdır. Halk dürüst bilsin. Gerçekte olmasan da olur" diyor mesela. 
"Toplumsallığımız iyi olmayı gerektiriyor" diyor bir felsefeci. Belki toplumsallığımız, belki vicdanımız, belki yaradılışımız, belki inancımız, belki de kültürümüz. "İyi olmayanlar" demek ki, hiçbir iyilikten nasiplenemeyenler ya da "nasiplenmiş" görünenler. "Kötüler rahat uyuyamazlar. Vicdanları onlardan intikam alır" diyor S. Blackburn. Felsefeciler "insan doğasının değişimi" üzerinde de çok tartışıyorlar. "Değişir" diyenler var ve ABD Kanada karşılaştırması üzerinden bunu savunuyorlar. Mesela "ABD'deki cinayet oranının Kanada'nın dört katı olması ancak toplumsal kültürle açıklanabilir" diyorlar. 

İyi insan olmak da, kötü insan olmak da irade işi gibi görünüyor. Ancak, toplumsal birikimlerin de epey günahı var. İnsanın insanları aldatması ne kadar trajikse, kendisini aldatması daha da trajiktir. İnsan, kendini genellikle aldatır. Başkalarının kendisini nasıl gördüğünü göremez. Kendini aldatan, hem suçlu hem de kurban durumundadır.

Kendini öğrenme yolculuğunda, "öğrenen insan" olmak da ilahi bir armağan. Öğrenen insanlardan olmak dileğiyle...


1 Temmuz 2019 Pazartesi

Yaşama İşi

Meşru olanı istemek, meşrudur; meşru olanı her yolu kullanarak ve kendini hırpalayarak istemek olan "hırs" ise gayri meşrudur, erdemler kitabına göre. Her insan, yaşam boyu farklı şeyleri isteyebilir; elde edebilir veya edemeyebilir. Önemli olan "isteklerin" meşru ve kabul görmüş yollardan elde edilmeye çalışılmasıdır. Hırs, ise kötüdür. Çünkü, hırs hastalığına yakalanan doymak bilmez bir "muhteris"tir. Hırs ve muhteris kardeştir!

Gorki, "İnsan ne kadar az isterse o kadar mutlu olur! İstekleri arttıkça özgürlüğünü yitirir" derken , sanırım isteklerin "bağımlılık prangalarına", yani hırs kelepçelerine dönüştüğünü vurgulamak istiyordu.
Mevlana, "Varsayalım ki bütün dünya altın oldu ve hepsi senin oldu. Bu kar ile güneş hikayesi gibidir. Her yer karla dolsa, bir güneş çıkar ve eritir onu. Her yer altınla dolu olsa ve senin olsa, nihayetinde ölüm eritir onu, hiçleştirir" der. 
O halde ölümle bitecek bir yaşamın kıyısında dolanıyorken, insanların "ölümcül hırsla" dünyaya sarılmaları ve her türlü kötülüğü yapabilmeleri nasıl açıklanabilir?
Sanıyorum, ölümün hiçbir zaman kendilerine uğramayacağına iman ettiklerindendir. Yaşam deneyimlerim, ölüme ve sonrasına inananların büyük bir çoğunluğunun da, aslında inanmadığını söylüyor. Ölümü  ve sonrasını bilen, hiç kötülüğün peşinde olur mu? İnanmak ayrı, inanıyormuş gibi yapmak ayrı...




***





Ölüm mutlak. Kimse kaçamıyor. Kimseyi affetmiyor. Ölmek için doğuyor insan.

Filozoflar görevlerinin "insanlara ölümü kabullendirmek ve ölümden korkmamayı öğretmek" olduğunu söylüyorlar. 
Dinler, ölüme kabul edilebilir açıklamalar getiriyorlar. Genellikle ilahi dinlerde de, diğer dinlerde de "yeniden diriliş" için ölüm kaçınılmaz son. 


Ölümü içselleştirmek, kabullenmek yaşayanlar için çok zor. Bundan dolayı hem filozoflar hem de dinler, ölümü açıklama ve insanların kabullenebilmesini sağlama peşinde olmuşlardır.
Nietzsche, "ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır" derken, ölüm korkusuna kendince bir açıklama getiriyordu?
"Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok. O halde üzülecek ne var?" demiş Lucretius. 
Ölüm sonrasına inansan da, inanmasan da ölüm mutlak ve karşılaşacaksın. 
Ancak, bunca varlık niye? Sevgi, umut, insani etkileşimler niye? Bunca kötülük niye? Bunca iyi insan nereye?
Hepsinin ya sonsuz bir ödülü ya da cezası olması gerekmiyor mu?



İyilikler ve kötülükler karşılıksız kalacaksa, hangi yasanın ya da ahlak kuralının ne anlamı olabilir ki?


***
Ölüm sonrası...
Diriliş?
Mevlana, ölüme büyük bir mutlulukla "Şeb-i Arus" demişti. Sevgiliye kavuşma anı.
Sokrates de, ölüme güle oynaya gitmişti. "Hem Tanrı'yı göreceğim, hem de dostlarımla (Homeros) buluşacağım" demişti. 


***
O halde yaşarken ne yapacağız? İşimiz ne?
Nazım Hikmet'in "Yaşamak umutlu bir iştir" tanımlaması çok hoş. Yaşamak bir "iş." Sonunda kâr veya zarar var.
Peki, bu "yaşama işini" nasıl yapacağız ve işimizi nasıl geliştireceğiz?
Yaşamanın amacı nedir?
Gorki, "Yaşam üstüne düşünmek, onu yaşamaktan daha zor" diyor. Bu yüzden sanırım Ali Fuat Başgil, "Düşünen bir insan, maden kuyularında kazma sallayan işçiden daha çok çalışıyordur" demiş.
Düşünenler, yaşam işinin amacının kutsal olduğunu ve "Kutsal olan(ın), kişinin kendi hakikati için çıktığı arayış" olduğunu söylüyorlar. Çok sarsıcı düşünceler geliştirmiş olan Nietzsche bu fikirde en azından. 
Büyük tasavvuf adamı ve halk ozanı Yunus Emre, "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir" derken, Nietzsche'nin tanımladığı yaşam amacını yüzyıllar öncesinden haykırmıştı. 
Düşünenler ve arayanlar genellikle aynı sonuçta buluşuyorlar (mı?)



***

Peki insanlar ne yapıyorlar ve ne arıyorlar yaşam yolculuğunda?
"İnsanlar unutma ve avunma ararlar, bilgi değil..." diyor Gorki.
Ne kadar haklı.
Carpe Diem! 
Anı yaşa!
Peki;
Yaşamı anlamlandırma?
Hayır, kalsın!
Anı yaşa!



Anlaşılmayanı anlamaya çalışmak yerine, anı yaşa!

Sonra?
Unut!



***

Hayır, değil!
Bu, değil!..
Anlamak ve anlamlandırmak işidir, insanın biricik işi.
"Öldükten sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor" diyordu Alev Alatlı romanının birinde. 
O da, yaşamın amacını "yaşamın koordinatlarını öğrenmek" ve elbette "tamamlanmak" olarak belirliyordu.
Nasıl tamamlanacağını da insan bilemiyor işte!
Çünkü, toplum denen makine düşünmeye fırsat bulamayan otomatlara dönüştürüyor insanları...
Erich Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" kitabı tamamen bunu anlatıyor.
Ve Nurettin Topçu'nun "Var Olmak" isimli kitabı da...


21 Haziran 2019 Cuma

PLİMSOL ÇİZGİSİ

İnsanların, toplumların, devletlerin ve sistemlerin hepsinin de sınırları vardır. Bu sınırlar aşıldığında; duruma göre insanlar önemli sorunlarla karşılaşır, toplumlar kaybeder, devletler yıpranır ve sistemler de çöker. 

Bireysel, toplumsal ve sistemsel düzeylerde, insanlık tarihi boyunca iyilik ve kötülük çatışması hep var olmuştur. İnsanlığın bunca deneyimine rağmen bütün dünyanın üzerinde anlaşabildiği bir toplum ve yönetim modeli henüz bulunamamıştır. Bulunan en iyi idare biçimi kuşkusuz demokrasidir ve demokratik rejimleri elbette istisna tutmak gerekir. Fakat, gelişmiş demokrasilerinde zaman zaman çıkmaza girdiği kaçınılmaz bir gerçektir. "Ehven-i şer" kavramı, demokrasiyi "kötünün iyisi" olarak tanımlamak üzere kullanılır. Gerçekten de totaliter sistemlere bakıldığında, insanlığın özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana temsili demokrasileri son durak olarak gördüğü söylenebilir. İnsanlığın bugüne kadarki deneyimleri de demokrasiden başka çözüm olmadığını göstermektedir. 

***
Winston Churchill'e atfedilen bir söz vardır: "Bir konuşma (yazı) hakkında hüküm vermek için kim söyledi, ne söyledi, nasıl söyledi sorularının yanıtlanması gerekir." Sözün kaynağı, içeriği ve söyleniş biçimi etkisini belirler. En önemli ve paha biçilmez gerçekleri ifade etmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu yüzden az çok kavramlara hakim olmak, söylenenlerin içeriğini bilmek önemlidir. "Ağzı olan konuşuyor" diye herkesin her konuda konuşmasını eleştiren bir deyiş var malum. Tarihsel olaylar ve kişiler hakkında yorum yapmak son derece zor. Sistemler hakkında da... En iyisi karşıt düşünceleri analitik bir yöntemle okumak her zaman. İnsanlığın bugüne kadar "iyi denilebilecek" bir yönetsel sistemi bulamaması ve kuramaması çok da anlaşılabilir bir durum değildir. Ama ne yazık ki, hakikat budur! Lenin, "tarih hepimizden daha kurnazdır" derken sanırım "tarih kendi doğrultusunda akar ve kişiler de onu yönlendirdiğini zannederek akan bu nehrin içerisinde çırpınır durur" demek istemişti.

***
Öngörüler genellikle yanlışlanıyor. "Tarihin kurnazlığı" da burada ortaya çıkıyor ve tarih (kader) kendi kurallarıyla bütün öngörüleri yıkabiliyor. Mesela, "sömürgecilik çöktükten sonra Batılı ülkelerin çökeceği" öngörüsü yanlış çıkmıştır. Tam aksine, Batı bütün dünyanın gözünün içine baktığı bir coğrafya olmuştur. 
John Strachey'e göre ilk imparatorluklar esir avlama şirketleridirler ve artık değer için sömürü düzeni geliştirmişlerdir. Kölelik, tarım devrimi sonrasında büyük işgücü gereksinimini karşılamak için ortaya çıkmıştır. 
Sömürgecilik, insanları zorla mutlu kılmaya çalışmak olarak da tanımlanmıştır. İngiltere'nin Hindistan'ı sömürmesi veya geliştirmesi (!) böyle bir durumdur. 
Sendikacılık, işçi hakları, sosyal güvenlik, örgütlenme özgürlüğü , düşünce ve ifade özürlüğü gibi temel haklar ve güvenceler dünyanın çeşitli yerlerindeki ağır emek sömürülerine karşı geliştirilen ve demokrasinin temel değerlerine dönüşen güvencelerdir. 
İnsanlık tarihinin evrimi, insan haklarının da gittikçe güçlenmesine ve insanların toplumsal ve yönetsel sistemde daha fazla söz sahibi olmasına yol açtı. Örneğin, demokratik katılımın en temel göstergesi olan oy kullanma hakkının genişlemesi oldukça uzun bir zaman almıştır. İngiltere'de 17. yüzyılda partileşme başlamasına karşın, kadınlara oy hakkı ancak 1918 seçimlerinde verilebilmiştir. Her şeye karşın, Batı demokrasilerinin başarısı küçümsenemez. Dünyanın geri kalanının durumu gözler önündedir. 
Yakın bir döneme kadar Sovyetler Birliği Batı demokrasileri karşısında "farklı bir sistemin" güvencesiydi, yıkıldı. Devletin aşırı büyümesi, insan haklarının partiye feda edilmesi, demokratik hakların kullanılamaması, Sovyetleri demokrasi dışı bir rejim yapmıştır ve insan doğasına aykırı bu yapı çökmüştür. 

***
19. yüzyılda gemilere suya batabilecekleri kadar yük almalarını belirleyen çizgiye Plimsol Çizgisi denmiştir. Nedeni ise, İngiliz Milletvekili Plimsol'ın çıkardığı bir yasadır. Devlet gemisinde de çizgi yukarıda kalırsa kurumlar ilerleyebilir ve yoluna devam eder. Devlet gemisinin yükü artırılır  ve çizgi suya batarsa demokrasi yol alamaz. Demokrasinin ve devletin yürümesi demokratik kurallara sıkı sıkıya bağlılık gerektirir. 
Yoksulluk, cehalet, ırkçılık, bölücülük, ayrımcılık, hukuksuzluk sorunlarını aşmış ülkelerde Plimsol Çizgisi (demokrasi çizgisi) yukarıdadır ve demokratik kurumlar işler. Diğerlerinde ise mutlakiyet rejimleri kader olur. En azından, tarihin söylediği budur. 

10 Haziran 2019 Pazartesi

UMUTSUZLUK SEMTİNE GİTME



İnsan, her yerde aynıdır;

Öyküsü değişmez, yolu değişmez.


Ve insanın yolları hep aynı duraklardan geçer…


Nerede harabeler varsa;

Orada hazineler için umut vardır...


Her insan acı çeker,
                        
Her insan ızdırabın semtine gider…


Ne olursa olsun, unutma ki;

                        Ne umutlar var, umutsuzluk semtine gitme;

Ne güneşler var, sakın ha karanlığa gitme… 
                                                                              Mevlana


1 Haziran 2019 Cumartesi

Birey, Toplum ve Devlet Üzerine

Siyasal düşünceler tarihi, bireyin toplum içindeki ve devlet karşısındaki konumunun tartışılması tarihidir. Bu düşüncelerin evrilmesi sonucunda, "ehven-i şer" (kötünün iyisi) olarak tanımlanan demokraside uzlaşılmıştır. Dünyanın tamamında olmasa da önemli bir kısmında demokrasi düşüncesi vazgeçilmezdir. Günümüzde de, demokrasinin geliştirilmesi üzerinde önemli düşünceler geliştirilmekte ve önerilerde bulunulmaktadır. Yapay zekanın ve iletişim teknolojilerinin zorladığı yeni bir demokrasi anlayışı dünyanın
gündemindedir. Ancak, bu yazıda çok kısa bir düşünce tarihi yolculuğu yapılmaktadır.

***
Bilimsel bakışın sağlıklı olanı, "siyah beyaz" değil de "gri" olandır. "Ya, ya da" diye kesin belirlemeler yerine "hem hem de" biçiminde bir analitik yaklaşım doğrulara daha kolay ulaştırabilecektir. Her şeye "siyah beyaz" değerlendirmesiyle bakmak hem birey için hem de toplumlar için felaket olabilmektedir. Karl Popper'in "Açık Toplum ve Düşmanları" isimli ünlü çalışması siyasal düşünceler tarihini bu açıdan analiz etmektedir.
Değişim ve statüko (olanı olduğu gibi korumak) milattan önceki düşünürlerin de en önemli tartışma konularından biriydi.

***
Herakleitos, ünlü deyişi "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz" ile değişimin varlığın kaçınılmaz bir yasası olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Hesiodos, "insanın zamanla hem beden hem de ruh açısından soysuzlaştığını" belirterek "değişime" karamsar bir anlam  da yüklemiştir. 
Antik Yunan ve Doğu düşüncesine göre, dünya eşyanın bir toplamıydı. Herakleitos'a göre "kozmos olsa olsa rastgele dağıtılmış bir çöp yığınıdır." Kaos kuramcılarına göre de, dağınıklık vardır, rastgelelik yoktur. Karmaşıklık içinde kusursuz bir düzen vardır. Yine Herakleitos, dünyanın "şeylerin toplamı" olduğu düşüncesine karşı çıkıyor ve dünya "bir süreç, değişim ve akıştır" diyor. Bütün süreçlerde bir ölçü, akıl, yasa ve hikmet vardır. Güneş varlık yasalarına itaat eder, insan da toplumsal yasalara. Güneş zamanı ayarlar ve mevsimleri düzenler. 
Sosyal statike karşı (durağanlık), sosyal dinamiki (hareketliliği) savunmuştur. Diyalektik düşüncenin savunucusudur. Karşıtlar bütünü tamamlar, sıcak soğuk, soğuk sıcak olabilir; genç yaşlanır, doğan ölür. İyi ve kötü birbirini tamamlar, hakikate ulaştırır. Hegel diyalektiğinin en önemli esin kaynağıdır. 

***
Platon, "devlet" konusunda çok önemli düşünceler geliştirmiştir. Ancak, gençlik dönemindeki düşüncelerin çoğunu olgunluk döneminde terk etmiştir. Herakleitos değişimi savunurken, Platon statükoyu savunmuştur. Platon'a göre değişmek bozulmak ve çürümektir. "Her çeşit adi ve çürüyen şeye karşılık çürümeyen yetkin bir varlık vardır. Formlar veya İdealar Kuramı bu anlayış üzerine geliştirilmiştir. Dünyada var olan herşey asıllarının birer gölgesi olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. 
Siyaset bilimciliğinin yanında ilk toplumbilimcilerden biri olarak kabul edilen Platon değişimin kötülük olduğunu da söylemiştir. Değişim toplumsal çürüme ve bozulmaya neden olmaktadır. 
Farklı yönetim biçimlerini de tanımlama çabası içinde olmuştur: Timokrasi, şan ve ün arayan asillerin yönetimi; oligarşi zengin ailelerin yönetimi; demokrasi ise özgürlüğün yönetimidir. İdealar dünyası gökteki şehirlerin yansımasıdır. 
Faşizm çağrıştıran birçok önerisi olmuştur. Irkçı ve seçkinci düşüncelerin esin kaynağı olduğu da kabul edilmektedir. Çünkü, bekçilerin (muhafızlar, memurlar) saf ırk oluşturularak bunlardan seçilmesi gerektiğini savunmuştur. Ayrıca, bireyi topluma feda eden bir anlayışı da savunmuştur. Parça bütün içindir, birey toplum içindir. Toplumsal tabakalaşmayı savunmuş ve bunu madenlerle tanımlamıştır. Altın, gümüş, bakır gibi toplumsal kesimlerde ayrı tabakalarda ve oldukları yerde durmalıdır. 


***
Platon'un "yönetici nasıl olmalıdır" sorusuna verdiği yanıt, "bilge (filozof) krallar yönetmelidir. Ancak, Kant'ın buna itirazı vardır: "Kralların filozof, filozofların kral olması beklenemez. Çünkü, iktidara sahip olmak, aklın özgür yargılama yetisini kaçınılmaz biçimde azaltır. Bununla birlikte bir kralın bilgelerin sesini kısmaması ve onlara kamu önünde söz ve anlatım hakkı tanıması zorunludur."

***
Son söz:
"Demokrasi her şeyi çözümleyemez. Ancak, günümüzün ve geleceğin alternatifsiz siyasal sistemidir. Ortak aklın çalışmasına ve çeşitliliğe olanak verdiği için demokrasiden vaz geçilemez." 
John Strachey 

24 Mayıs 2019 Cuma

Özgürlükten Kaçış

Erich Fromm'un Özgürlükten Kaçış kitabı, insan doğası ve sosyal sistem ilişkileri üzerine oldukça zihin açıcı.
"İnsan ne istiyor?", "Neyi arıyoruz?", "Sosyalleşmeye veya bir başkasına neden gereksinim duyarız?" "İnsan doğasının özü nedir?"

***
Üzerinde düşünülmesi gereken çok soru var. Bu soruların içinde "özgürlük ve insan ilişkisi" nasıl bir konumda? Bunu da sanıyorum büyük yığınlar hiçbir zaman düşünmezler. Özgürlük, "insan olmanın" gereği midir? Yoksa, "topluma, ötekine ve bir takım ilişkilere feda edilmesi gereken" bir vazgeçiş midir? Nedir özgürlük? 

***
Fromm'un anlatımlarına bazı yorumlar katarak insan doğası ve özgürlükle ilgili küçük değiniler sunmak istiyorum:

- "Demek ki, insanın doğal ve elinden alınamayan haklarının dışında her şey değişebilir." Thomas Jefferson 
(O halde insanlığın tarih öncesi ve sonrasıyla genel olarak üzerinde uzlaştığı fakat ortak bir uygulama geliştiremediği   biricik alan insan hakları alanıdır. İnsanın doğuştan ve sırf insan olduğu için sahip olduğu haklar.)

- İnsan, yalnız kalmaktan dehşet duyar. (Doğası/yaradılışı gereği). Ve bütün yalnızlık türleri içinde en korkuncu manevi yalnızlıktır. "İnsan hangi halde olursa olsun, ilk düşüncesi kendisiyle aynı kadere sahip olan bir arkadaş edinmektir." Honore de Balzac

- Çocuğun gelişiminde yalnızlık etkeni çok belirleyicidir. "Yalnız bırakılma olasılığı çocuğun bütün varlığını tehdit eden en ciddi tehlikedir." 
- "Kapitalizm, insanı loncanın baskıcı ve denetleyici ortamından kurtarıp ona kendi gücüne güvenip, şansını deneme olanağı vermiştir.  Bireysel çabaları kişileri başarıya ve ekonomik bağımsızlığa götürmüştür. Kişi, ekonomik ve politik bağların köleliğinden kurtulmuştur. Ancak, bu kez zayıf kalmış, yalnızlaşmış ve soyutlanmıştır. Endişeli bir varlığa dönüşmüştür."
- "İnsan yalnızlığını yenmedikçe yaşamını anlamlandıramaz." 
- "Kin ve nefret şiddetli bir tahrip etme ve yıkma arzusudur; sevgi ise şiddetli bir heyecanla benimseme ve kabul etmedir. Sevgi insan varlığını anlamlandıran tek ve en önemli duygudur..."
- "Bencilliğin kökleri insanın kendisinden hoşlanmamasıdır. Kendisinden hoşlanmayan, kendi değerini kabul etmeyen insan, kendi benliği hakkında sürekli endişe duyar. Yalnızca kendisiyle ilgilenmek, her şeyi kendisi için istemek oburluğunu göstermek zorundadır. Çünkü, güvenlik ve tatmin duygusundan yoksundur."

- "Ekonomik bunalımlar, işsizlik, savaş insanın kaderini belirlemektedir. İnsan kendi dünyasını kurmuştur; fabrikalar ve evler yapmış, arabalar ve elbiseler üretmiş, tohumlarını ve meyvelerini yetiştirmiştir. Fakat kendi eliyle kurduğu bu dünyanın efendisi olmaktan çıkmış, kölesi olmuştur. Yapmış olduğu işe 'tapınma' durumu ortaya çıkmıştır. (İş dini, miktar ideolojisi, yabancılaşma, öğrenilmiş çaresizlik, afazi vs. gibi kavramlar eşliğinde durumun trajedisi resmedilebilir.)
- "Prestij ve güç benliği besleyen faktörler olmuştur. Feurbach, Marx, Stirner, Nietzche gibi düşünürler kişinin kendi gelişmesi ve mutluluğu dışında herhangi bir amacı olmaması gerektiğini savunmuşlardır." Birey mi, toplum mu? Ben mi, biz mi? Hep tartışılır ve tartışılacaktır.

Özgürlükten kaçış mekanizmaları: Mazoşist  ve sadist eğilimler. Baskı ve itaat...
- "Mazoşist önemsizlik, güçsüzlük ve aşağılık duygularıyla kuşatılmıştır. Sürekli kendilerini suçlar ve eleştirirler. İnsanın kendine eziyet etmekten zevk alması mazoşistik bir sapkınlıktır." 
- "Sadist, başkalarını kendine tabi kılmak ister. Böylece başkalarını birer araç haline getirerek "çömlekçinin elleriyle istenilen şekle giren çamura dönüştürmek" amacındadır." 
- "Son yıllarda vicdan öneminden çok şey kaybetmiştir. Otoriter düşüncede eşitlik kavramı yoktur. Tahripkârlık, yaşanmamış hayatların ürünüdür." 
- Kendi isteklerine göre hareket eden bireyler olduğumuz yanılgısı içinde yaşayan otomatlar haline gelmişiz. Birey kendisinden neyi düşünmesi, hissetmesi ve istemesi bekleniyorsa onu düşünmekte, hissetmekte ve istemektedir."
- "Psikolojik bakımdan otomat haline gelenler biyolojik olarak canlı olmakla birlikte heyecan ve düşünce bakımından ölmüş sayılırlar. Onların yaşamı ellerinin arasından kum gibi kayıp gitmektedir. Görünüşteki hoşnutluğa ve iyimserliğe rağmen, modern insan adam akıllı mutsuzdur; gerçekte umutsuzluğun kıyısında yaşamaktadır. "Farklı" olmaya çalışarak teselli bulmaktadır. Ne istediğini, ne düşündüğünü ve ne hissettiğini bilmemektedir."

- "En önemli sorun, içtenlik (samimiyet). İçten gelen davranış, benliğin hür davranışıdır." Malcolm X'in " Ben eğitimli değilim, herhangi bir alanda da uzman değilim. Ama samimiyim ve samimiyetim benim referansımdır" sözü de sanırım çok şey anlatıyor. Yeryüzü riyakârlığın kıskacında artık ve "çok yüzlü insanlar" istila etti her türlü varoluşsal ortamı ve ilişkiyi.

- "İçinden geldiği gibi davranamamak, gerçekten düşündüğü ve hissettiği şeyleri ifade edememek ve bunun sonucu olarak başkalarına ve kendine 'sahte bir benlik' sunmak, aşağılık duygusu ve güçsüzlüğün yansımasıdır. Kendi kendimiz olamamaktan daha utanç verici bir şey yoktur; kendimize ait olanları düşünmek, hissetmek ve söylemekten daha büyük bir gurur ve mutluluk verecek hiçbir şey de
yoktur."

"Demokrasi, bireyin tam gelişimi için gereken ekonomik, politik ve kültürel koşulları oluşturan bir sistemdir. Demokrasi dışı sistemler, bireyciliği engeller..." 




16 Mayıs 2019 Perşembe

Albert Camus: İnsan ve Umut

"Var olma" sorunu ve sorusunu açıklama, ilahi dinlerin temel amacı olduğu gibi felsefenin de temel ilgi alanı olmuştur. Albert
Camus'nun Denemeler kitabının önsözü Camus'yu "umutsuzluğun yazarı" olarak tanımladıktan sonra şunları söylüyor:
"İnsan da, yaşam da boşunadır ama yine de yaşamak gerekir. İnsan kaderini sevmelidir. İnsan az bir şey, ama yine de çok şeydir." Filozofların çoğunun temel amacı "ölümü açıklamak ve insanlara kabullendirmek" olarak kabul edilir. Sokrates'ten Montaigne'e bunu görmek olanaklıdır. Denemeler'de de "insanın ölmek zorunda olması" kabul edilebilir bir şey olarak ele alınmıyor. Ancak, ölüm karşısında insanın yaşamı seçmesi gerekir. İnsan her şeyi kaybetmeli ki, her şeyi kazanabilsin. İnsan yiğitçe ve sevgi dolu olarak yaşamalı ki, yaşamını anlamlandırabilsin.
"Salt maddecilik diye bir şey olamaz. Maddeden başka bir şey daha var. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimizde bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz." Umutsuzluk içinde umut olmadığı sürece yaşamın anlamı kaybolur gider. Ne olursa olsun umudu korumak gerekir. 

***
Gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil anlamaya çalışırlar. Sanatçı tarihi yapanların emrine giremez. Sanatçının koruması gereken iki önemli şey vardır: Gerçek ve özgürlük. Sanatçı yalana hizmet edemez ve insanın insanı ezmesine göz yumamaz.

***
Saint-Exupery, ölmeden önce "çağımdan tiksiniyorum" derken, insanları en güzel yanlarıyla sevmiş olan bir insanın çığlıklarını duyuruyordu. Yine de bu çağ bizim çağımızdır ve insanlardan tiksinerek yaşayamayız. Evet sefalet, yalan, kokuşmuşluk yeryüzünü sarmış. Biz yine de en yüce insanlık değerleri için yaşayacağız. Mesela, dostluk bir değerdir. Ama dostluk öldürüldü.
Bilgisizliğimizi bildik mi, yobazlığımızı attık mı, insanın hırslarını sınırlandırdık mı, insana ve varlığa dair güzelliği bulduk mu işte o zaman bütün çağların bilgeleriyle aynı yerde buluştuk demektir.

***
Napolyon, Fontanas'a "Dünyada en sevdiğim şey, sadece kuvvetle hiçbir şeyin çözülemiyor olmasıdır. İki şey dünyaya hükmeder: Kılıç ve düşünce. Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir." Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Neyi istemeliyiz? Aklın hizmetine girmeyen kuvvete hiçbir zaman destek olmamayı. İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Fakat, umutlu olmak için çok sebep vardır. Dünyada kötülüğü ve sefaleti çoğaltmaya katkı sunmamak; iyiliği ve mutluluğu artırmaya çalışmak da bir erdemdir ve hem aklın hem de vicdanın gereğidir. 

***
Son yıllarda dünya genelinde çok insan öldürüldü. Dediklerine göre daha da öldürülecek. Bu kadar ölüm havayı ağırlaştırıyor. Yeni bir şey değil bu! Bilinen tarih, oldum olası büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil'i bugün öldürmüş değilki. Bugün de Kabil Habil'i öldürüyor ve kendini haklı çıkararak şeref madalyası istiyor. İnsan öldürmenin bir doktrin olduğu ve kurumsallaştığı bir uygarlıkta cellatların memur kadrolarında olması doğal değil mi? Am bu cellatların balta yerine ellerinde kalem kağıt bulunuyor. Ölüm bir istatistik vakaya dönüştü mü, dünya işleri iyi gitmiyor demektir. Bir insanın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onun ölü olmasını istemekten farksızdır.

Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ne yazık ki bugün karşılıklı konuşmanın yerini polemik almış durumdadır. Peki ama polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşındakine düşman gibi bakacaksın, onu basitleştirece, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. 

***
En büyük fetih, insanın kendini aşmasıdır. Akıl ve zeka bedenle birlikte ölecektir. Ama bilgi ve eser yaşayacaktır. 
Ütopya gerçekle çekişme halinde olan şeydir. Ama gerçeğin sıkıntıları için çıkış yolları gösterir. 
İyi denebilecek hiçbir siyasal rejim yoktur belki de. Ama demokrasi bu rejimlerin en az kötü olanıdır. Demokrat, rakibinin haklı olabileceğini kabul eden kişidir. Onu serbestçe konuşturur ve söyledikleri üzerinde düşünmekten kaçmaz. Fransa (o dönemin Fransası) bu konuda iyi bir konumda değildir. 

***
Hayatın herkes için özgür ve adil olması hepimizin isteyeceği birşeydir. 
Gün doğarken öldürülen yüzbinlerce insan, toprağı duman duman bir Avrupa, milyonlarca ceset, hepsi aynı Avrupa'nın çocukları. Bütün bunlarla ne kazandık?

5 Mayıs 2019 Pazar

Modern Küresel Sistem

"Değişmeyen tek şey değişimdir" sözü çok yaygın kullanılıyor. "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz" demiş Herakleitos. "Düne ait ne varsa dünle beraber gitti, bugün yeni şeyler söylemek lazım" demiş Mevlana...

Zaman zaman bir kısım kitaplardan (farklı alanlardan)
alıntılar ve yorumlar yapıyorum. Bunu yaparken, yeni birşeyler söyleme amacım yok. Zira gök kubbe altında söylenmemiş hiçbir şey yok. Yalnızca ve özellikle kendim dünyayı ve yaşam yolculuğunu anlamaya çalışırken, blog yazılarıyla da bunu paylaşmaya çaba gösteriyorum. Okuduklarımın kendimde kalması, okuduğum kitaplara ve verilen emeklere haksızlık diye düşünüyorum. 
Bu yazıda da çok kısa alıntılarla küresel gidişatla ilgili kitaplara dikkat çekmek istedim:

Immanuel Wallerstein'ın editörlüğünü yaptığı Modern Küresel Sistem kitabı, Jerry Kloby'nin Küreselleşmenin Sefaleti isimli kitabı gibi ezberleri bozan içeriklere sahip. Jerry Kloby, "Üç merkezileşmiş alanın her birinin zirvesinde ekonomik, politik ve askeri elitler bulunur. Bunların hepsi de birbiriyle bağlantılıdır ve ABD'nin yönetim elitlerini oluştururlar" diyor.  Küresel politikaları belirleyen de bu üç alanın elitleridir. Tarihsel evreler, aktörler, süreçler, ilişkiler, yönelimler ve faktörler açısından  kitaptaki yazılar küreselleşmeyi anlamak için oldukça zihin açıcı.

***
Wallerstein, editörlüğünü yaptığı kitapta 'küreselleşmeyi' sorgularken "geçmiş, gelecek, kapitalizm ve küresel ekonomi" değişkenleriyle bugünkü dünyayı yorumlama çabalarının derlendiğini belirtiyor.
En önemlisi, bugünkü kapitalist küresel sistemin 500 yıldan daha fazla bir süreden beri var olduğudur. Küreselleşme tarihsel bir olgudur, çünkü sürekli evrilmekte ve kendini yenilemektedir. 
Kitabın iddia ettiği gibi "Ve tüm sistemler gibi bizim modern küresel sistemimiz de ölümlü" müdür acaba?

***
Küreselleşme, pazarın dünya genelinde genişlemesine dayanır. Tarih boyunca 'merkez bölgeler' oluşmuştur. Burjuvazi aracılığıyla bu bölgeler büyümüştür. Kapitalizm bu bölgeler aracılığıyla küresel genişleme evresinde toplumlar arasındaki eşitsizliği büyütmüştür. Tabii ki bu eşitsizliğin bağımsız değişkeni ekonomidir. Ekonomik eşitsizlik olunca diğer tüm alanlardaki eşitsizlik de doğal bir sonuç olmaktadır. Çünkü, bugünkü küreselleşme ayrımcı ve dışlayıcıdır. 

***
1492'de Amerika'nın keşfiyle başlayan ticaret seferberliği ve merkantilizm ruhu devam etmektedir. Bu devamlılık ülkeler, toplumlar ve sınıflar arası eşitsiz bir durum ortaya çıkarmış ve bu eşitsizlik gittikçe beslenmiş ve bugün çok daha yıkıcı bir kimlik kazanmıştır. Avrupa, Kuzey Amerika, Doğu Asya, Afrika, Arap ve İslam Dünyası ülkeleri ve Güney Amerika farklı kategoriler oluşturmuştur. 

***
Küresel hiyerarşiyi ve eşitsiz işbölümünü anlamak için iyi bir kitap, Modern Küresel Sistem